İnsanlar doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Düşündüğümüz zaman ne kadar da kısa bir ömrümüz olduğunu fark ederiz. Yani yaşamımızın süreci doğum ile ölüm arasındadır. Bu açıdan önemli olan ne kadar uzun yaşadığımız değil, yaşadığımız sürece neler yaptığımızdır. Dünyayı ne kadar koruyup kollayabildiğimizdir.
Bir bebek dünyaya gözlerini açıyor ve önce ağlayarak bir keşif gerçekleştiriyor. Daha sonra emeklemeyi, ayağa kalkıp yürümeyi keşfediyor. Biraz daha büyüyor konuşmaya başlıyor ve artık susmak bilmiyor. Sonra sevgiyi keşfedip aşka bütünleşiyor. Ama tüm bunlar yetmiyor zamanla insana. Bu dünyaya artık sığmamaya başlıyor, savaşmayı öğreniyor ve acıları keşfediyor. Aşk ile nefret arasındaki çizgide zikzaklar çizerek ilerliyor. Artık bütün bu ruhların çatışmaları arasında yaşamak lükse kaçıyor.
Güzel gözler ve düşüncelerle hayallere dalıyorum. Buzlu bir camın ardından bakarken gözlerimi kamaştıran umut ışığını görmeye çalışıyorum. Bakıyorum, görebilmek için yalvarıyorum. Ama bazen gerçeğin hayallerin esiri olduğu bir dünyada umutsuzlukla öylesine bir yaşama isteği sarıyor beni.
Savaşların olmadığı bir dünya hayal ediyorum. Filistin’de İsrail bombalarıyla vurulmuş bir bebeğin enkaz altından çıkan cansız minik bedenime bakıyorum. Daha maviliği keşfedemeden, yeşilleri göremeden, kendilerini öldürenleri tanımadan bu dünyadan göçmesine anlam veremiyorum. Bir Filistinli çocuğun ninniler yerine makine ve silah sesleriyle büyümeleri, renklerden ilk önce kan kırmızısını tanımalarını anlayamıyorum.
Açlığın olmadığı bir dünya hayal ediyorum. Hep anlatılan bir kare geliyor aklıma, tarif etmesi zor olmasa gerek. Afrikalı bir çocuk, toprakta sürünerek ilerliyor, vücudunda sinekler dolaşıyor ve kemikleri toprağa sürtüyor. Peşinde bir akbaba, çocuktan arta kalanları yemeği bekliyor. Bu kare hepimizin yüreğini yakıyor, acı veriyor. Kendimize hesap sormaya itiyor. Dünyada kim bilir kaç milyon insan yatağına aç girip aç olarak kalkıyor. Kim bilir çöplerden kaç milyon ton yemek toplanıyor. Çocuklarımızın içtiği sütü köpeklerine içiren zenginleri biliyoruz. Peki, bunlara nasıl seyirci kalıyoruz? Bu yaşananlar karşısında içimizde bir acı, bir ızdırap duymuyoruz. Kalplerimiz mi katılaşıyor, yoksa umursamaz mıyız? Evet, seneler geçtikçe insanlar daha umursamaz, daha sorumsuz, daha şükürsüz oluyorlar. Ama duyarlı insanlar inanın bu acıları kalplerinin derinliklerinde hissedip, düşünüyorlar.
Aşkın insanlar tarafından öldürülmediği bir dünya hayal ediyorum. Şimdi her şeyin hiçe sayıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Aşklar, git gide basitleşiyor, içi boşaltılmış ve bir kenara fırlatılmış bir duygu haline geliyor. Ama öyle midir aşk? İnanıp inanmamanın ötesinde nefes almanın başka bir güzel yoludur. Artık kimse Ferhat gibi dağları delmiyor, Leyla için çöllere düşmüyor. Bir bencillik almış başını gidiyor. Artık kendi rahatını bozup bir başkasını sevmeye yeltenmiyor insanlar. Bize de aşkın acılar içinde yok oluşunu izlemek düşüyor.
Ben hayal etmeye devam ediyorum. Çevremdekilere dönüp bakabiliyorum ve varlığımızın farkındalığını anlayabiliyorum. Hep birlikte anlamak için hayatı ellerimizin içine alalım ve hayallerimizi gerçekleştirelim. Çünkü her hayal bir gün gerçek olacaktır.
Bu yazıya 3 yorum yapıldı.
Hey Sen! Hadi yorum yap...
Cevap yazdığın kullanıcı: Fatih Emre