İçimin yine çok sıkıldığı gecelerden biriydi. Saat nöbete beş vardı ve gazinodan dışarı çıkmamak için direniyordum. Ama nöbet değişim vakti gelmişti ve askerler doldur-boşalt için beni bekliyordu.
- Yüksek tutuş!
- Kurma kolu çek, … , bırak!
- Emniyet aç, tetik düşür!
- Şarjör tak!
- Esas duruş!
- İstikamet havan kule, adi adım marş!
Dinlenen askerleri kulelerine, nöbetteki askerleri de doldur-boşalt yaptıktan sonra gazinoya bıraktım ve yine kendimle baş başa kaldım.
Eksi yirmiyedi derecede gökyüzü nasıl olur bilir misiniz? Ben bilmezdim. İstanbul’da gökyüzünü görmek için şehirde bir damla ışığın olmaması gerek. Gazinodan zoraki adımlarla tekrar çıktım. Zifiri karanlıkta devriye ve teftiş için araziyi gezmem gerekiyordu. Gayri ihtiyari başımı kaldırdım arşa doğru. Gözlerim yuvalarından çıkacak gibi oldu o devasa yıldız tarlasını görünce. Tarif bile edilemeyecek kadar çok ve yakındılar. Diyarbakır’a geldiğim günden beri ilk defa hava bu kadar açıktı ve ben ilk defa yıldızları bu kadar net görebiliyordum. Kaç dakika seyre kaldım bu manzarayı, bilmiyorum. Nizamiye tarafından gelen silah sesi ile irkildim. Aklımdan onlarca şey geçiyordu. Saldırıya mı uğradık? Baskına mı uğradık? Yoksa asker intiharı ya da kavgası mı? Dışarıda insanlar da birbirlerini vurmuş olabilir, nöbetçi asker diğerini mi vurdu yoksa? Nizamiyeye doğru koştuğumda askerlerin sipere yatmış öylece beklediğini gördüm. Yanlarına gittiğimde, kuzey tarafından taciz ateşi geldiğini, hâlâ orada bir yerlerde olduklarını söyledi askerler. Ne yapmam gerektiğine karar vermem gerekiyordu ama müthiş adrenalin buna izin vermiyordu bir türlü.
Acemi birliğindeyken “Birkaç saniye içinde karar vermeniz gereken durumlar ile karşılaşacaksınız ve emin olun doğru kararı vereceksiniz.” demişti Mehmet Emin Üsteğmen. Askerlerimi korumak, karakolun güvenliğini sağlamak için en doğru kararı vermeliydim. Emirler, o an nöbetçi subaya haber vermemi gerektiriyordu ama bu acil bir durumdu. Zaten ses ona da gitmiştir diyerek kararımı verdim. Nöbetçi kulesine çıkacak ve ateşin geldiği yeri tespit edecektim. Ses çıkarmadan kuleye çıkıp, gece görüş dürbünü ile ateşin geldiği yöne doğru baktım. Elinde silahla bir şeyler yapan ancak kendinde olmadığı her halinden belli olan bir adam! Belki de sarhoş… Önce düdük çaldım, ardından seslendim.
- Silahını bırak ve yere yat!
Cevaben gelen kelimelerin hiç biri tanıdık değildi. Birkaç defa daha uyardıktan sonra, adamın bulunduğu bölgeye doğru önce bir el ateş ettim. Karışık gelince de hedef gözetmeksizin bir şarjörü boşalttım. Adam korkudan ne yapacağını şaşırmış vaziyette kendini yere atmış, anlamını bilmediğim bir kelimeyi sürekli tekrarlıyordu bağırarak. Yüreğinde her an korkuyu yaşayan ama vukuat anında zerre korku duymayan bu askerlere, heyecanlı bir gece yaşatmıştı kendini bilmeyen sarhoş bir adam. Kurşunlar karanlıkta kaybolmuş, sarhoş adam korkudan küçük dilini yutmuş, askerlerin ise kendilerine gelmeleri yarım saat sürmüştü.
Saat daha yeni gece yarısına varmıştı ve nöbet devrine 6 saat vardı. Gergin bir hava vardı ve devriye sürelerini yarım saate düşürmek durumunda kalmıştım. Nöbetteki askerlerin cesaretini artırabilmek için kule kule geziyor, arazide sık sık devriye atıyordum. Yıldızlar ise başımın hemen üzerinde olan biteni takip eden bir gözetmen gibi, hâlâ oradaydılar.
Bir ara dilime takıldığını farkettim isminin. Yıldızlara bakıyordum, ama senin ismini söylüyordum karanlığa... O an ne geçiyordu aklımdan? Gecenin şoku muydu bu, yoksa özlem mi bastırdı yine? Koca koca yıldızları bir araya getirip yüzünü oluşturmaya çalışıyordum gökyüzünde. An da sen oldu, yıldızlar da sen, gökyüzü de sen. Nasıl geçeceğim ben senden?
Doğunun zifiri karanlığında, eksi yirmiyedi derece soğuğunda nöbetteyim şimdi, kendimi bırakayım yıldızlara. Yıldızları da sen al yanına, olmaz mı? Yıldızları da al yanına...
Bu yazıya 3 yorum yapıldı.
Hey Sen! Hadi yorum yap...
Cevap yazdığın kullanıcı: Fatih Emre