Beni Aldatma

Gün ışığı gözlerime "hadi kalk" dercesine aydınlığını ısrarlı bir şekilde vuruyordu. Vücudumla adeta bir savaş içerisindeydim. Küçük muharebeyi bitirdikten sonra musluğa doğru adımlarımı hızlandırdım. Aynaya baktığımda sanki karşımda yirmi beş yaşında bir insan yerine altmış yaşında bir yaşlının durduğunu görüyordum. Gözlerim şişmiş, saçlarım dağılmış, yüzümde yastığın belirgin bir izini gördükten sonra yüzüme su tanelerini sertçe vuruyordum.

Musluğu kapattım ve havluyla suratımı sildikten sonra gardrobumun yolunu tuttum. Gardrobumu açtığım zaman gözüme çarpan kot pantolonumu ve sarı polo tişörtümü üstüme oturtmuştum. Bir eksiklik vardı. Evden çıkmadan önce mutlaka yapardım. Şimdi aklıma geldi! Parfümümü sıkıp otobüse yetişmem gereken durağa doğru bir sabah koşucusu edasıyla koşuyordum.

Bakkal amcama selam verip, yanındaki pastaneden zeytinli sıcak poğaçamı alıp istikametim olan durağa devam ettim. Okula giden çocukları görünce eski lise yıllarım aklıma geliyordu. Hayatımın hiçbir döneminde yapmayacaklarımı bu dönemde yapmıştım. Anılarım aklıma geliyordu. Anılarım artık yüzüme tebessüm olmuştu. Artık durağa varmıştım. Durağa vardığımda tek ben vardım. Aradan beş dakika geçtikten sonra otobüs geldi ve ben de otobüsün rahat koltuklarından birine kendimi attım.

Bir durak sonra yaşlı bir teyze ile torunu bindi. Öteki durakta iki öğrenci ve iki yetişkin bindi. Bu insanlar otobüste her zaman gördüğüm insanlardı. Ama son durakta çok ilginç bir kız bindi. Davranışları, tavırları çok ilginçti. Sanki çantasında beş kilo kokain varmış gibi tuhaf hareketler sergiliyordu. Durmadan etrafına ters ters bakıyor. Çantasındaki artık neyse gidecekmiş gibi kontrol edip duruyordu. Dikkatimi çekti. Kızı hafif hafif yandan kesmeye başladım.

Bir süre sonra o da onu kestiğimi anlayınca ters ters bakmaya başladı. "Çattık" dedim içimden. Mimikleri, hareketleri bana çok tuhaf geliyordu. Ne vardı bu kızda? Dayanamadım kesmeye devam ettim. Ta ki bir çığlık atıp çantasıyla kafama ağır bir darbe indirene kadar. Üstüne bir de "Aaa! Sapık!" kelimesini işittikten sonra otobüste bir anda başrol oyuncusu oluvermiştim.

Herkesin gözü benim üzerimdeydi. Şoför otobüsü durdurup levyeyle yanıma geldiğinde "Aman Abi! Ben ettim sen etme" der gibi bir Emrah bakışı attıktan sonra adam bana acıyıp levyeyi kıza vermesin mi? Keşke acımasaymış. O levyeyle soluğu hastanede aldım. Herkes bize bakıyordu. Sanki Rıza Baba ve ekibi gelmişti. Elinde kanlı bir levyeli, başı yarık bir hasta, şoför ve yolcular. Kız durmadan şikâyet ediyordu. O anda çok fazla merakın iyi şeyler getirmediğini anladım. Hem de acı bir tecrübe diyeceğim; keşke acı bir tecrübe olsa levyeli hem de boyasını benim yaptığım bir levye tecrübesiyle tattım.

Kız şikâyetlerini etti, başındaki poliste artık çok dayanamayınca ifadelerimizi aldı ve soluğu karakolda aldık. Ben durumu izah etmeye çalışırken ilginç kız durmadan lafa giriyor ifade hakkımı sömürüyordu. Sonra komiser de şikâyetlere daha fazla dayanamadı ve ben demir parmaklıkların yolunu tuttum. Dediler bir gün yatacaksın diye. Ben de dedim bari bir battaniye ile yastık verin. "Yat zıbar röntgenci" dediler. Bir sağlıkçı olmadığım kalmıştı diyeceğim bu iğrenç espriyi yapmayacağım. Yoksa kusarsınız falan. Ortalığı batırmaya hiç gerek yok.

Aradan üç - üç buçuk saat geçtikten sonra görevli memur gelip demir parmaklıkları açıp" hadi serbestsin" dedi. "Ben mi?" dedim "Gerçekten mi polissin?" O da çok şaşırmış bir biçimde "benimle dalga mı geçiyorsun it!" dedi ve hemen karakolun kapısının önünde soluğu aldım.

Yağmur yağıyordu, damlalar adeta bir senfoni orkestrası eşliğinde toprağın kucağına düşmeye devam ediyordu. Damlaların inanılmaz ritmine kendimi kaptırmışken birisi arkamdan gözlerimi kapayarak "ben kimim" dedi.

-Sesini tanıyamadım.

-Hiç mi?

-Hiç.

-Üç saat önceden de mi?

İşte o zaman jeton yeni düştü. Gözlerimi saran ellerini çektikten sonra kızgın bir biçimde "Burada senin ne işin var yüzsüz?"

-Ne diyorsun sen be?

-Bu yaptığın hareket ne?

Üç saat önce beni hapse attıran, şimdi dostum oldu yani. Gözleri solgun biçimde bana bakıyordu. Özür diler gibi bir hali vardı.

–Ne oldu söyleyecek bir sözün yok herhalde hanımefendi.

–Özür dilerim. Sana yaptığım büyük bir haksızlıktı.

Alkışlayarak alaycı bir tavırla "Bravo!" dedim. "Sözümü kesme!" diyerek alev gibi yanan gözlerini bana dikti:

-Bak otobüse bindiğimde çok değişik hareketler sergilemiş olabilirim. Sana da garip gelmiş olabilir. Bir saniye açıklamama izin verirsen...

Kafamda levyeyi kıran kızın bir anda sahibinden mama ister gibi bakan küçük bir kediye dönüşünü hayretle izliyordum.

-Eee anlat bakalım.

-Öncelikle beni dinleyeceğin için sağ ol.

-Çok uzatma sadede gel.

-Benim çantamdaki tuhaflığın sebebi sokakta aç kalmış bir kediydi. Onun öyle güzel gözleri vardı ki sen de görsen acıyıp alırdın yanına. Ben de dayanamadım kediyi aldığım gibi çantaya atıp otobüse bindim. Çantamdaki tuhaflıkta buydu.

-Beni Aldatma Sevgi.

Gözleri fal taşı gibi açıldı:"Sen ismimi nereden biliyorsun?"

–Hırsızlık büroda çalışan Sevgi'yi kim tanımaz. Herkes seni bilir. Ama eskiler daha iyi bilir. Senin çantanda kedi falan yok. Çantada üç kilo Bonzai var. İki aydır seni izliyoruz. Bonzai kuryeciliği yapıyorsun. Ne için? Yeni aldığın evin kredisini ödeyebilmek için.

Bir anda ağlamaya başladı. Dizlerini yere çökmeye başladı. Hemen ellerinden tutup kaldırıp "Bana bak" dedim. Onca yıl uyuşturucu, hırsızlık, kaçakçılıkla mücadeleden sonra neden şimdi onların tuzağına düştün? Nedennnn? Ağlamasını beş dakika bekledikten sonra her şeyi anlatmaya başladı.

-Başka şansım yoktu. Yeni çektiğim kredileri kapatabilmenin tek yolu buydu.

-Peki, niye çektin bu kredileri? Daha iyi bir ev ve araba için mi?

-Evet. Daha iyi bir ev ve araba için. Herkes de gördükçe artık elimdekiler yetmiyordu. Eski ne varsa sattım. Yenilerini almaya yetmedi tabi. Cazip banka kredilerini de gördükten sonra kredi çekmeye karar verdim. Çektim de. Sonra birkaç ay ödedim. Ülkede ekonomik kriz, enflasyon patladıktan sonra para yetmemeye başladı. Eve ihtarlar gelmeye başladı. Bir ihtar, iki ihtar derken kendimi kurtaracak olan tek yolun bonzai yoluna girmeyi düşündüm ve girdimde.

-Peki değdi mi?

Ağlamaklı haliyle ve kıpkırmızı gözleriyle bana acı acı bakıyordu. Ellerini "hadi komiserim tak şu kelepçeyi" diyerek uzatıyordu ve sonunda şunu ekledi:"Değmedi Nihat komiserim. Hayatta fani dünyada, faniliğin kalacağını unutup dört harflik rezil bir kelimeye tutsak kaldım."

-Neymiş o kelime?

-HIRS!