Gözlerimin içindeki gözyaşı pınarını harekete geçirerek gözyaşlarımla bir bir küçük yağmur tanelerinin provasını yapıyordum. Gözlerimi yakan, burnumu ağlatan, derimi utangaçlığından kıpkırmızı yapan soğuk, beni titretmeden alıkoyamıyordu. Eve çok az kalmıştı artık. Yaklaşık yirmi dakikadır yürüyordum ama sadece bacaklarımı hissediyorum. Vücudumda şu anda tek işlev gören yapılar bacaklarım. Kas katı soğuğun esir aldığı vücudumu yürütmeye çalışırken, devrimci edasıyla vücudumu kontrol etmeye çalışıyorum. Bu iç savaşın vermiş olduğu baygınlığı yenerek dünyaya sadece kış mevsimine özel inen beyaz taneciklerin birleşiminden meydana gelen bu tabloyu izlemek insana ayrı bir keyif veriyor doğrusu.
İlk ve ortaokul çocuklarının sahneye indiği beyaz tabloda birbirlerine kartopu atarak oyun oynamanın tadına varıyorlar. Bu oyunun ayrı bir tadı var ama sadece kışın gelen ve fazla süre zarfında kalamayan kartopu savaşı hepimizin saf duygularının harmanlaştığı ve karın rengini alan beyaz tonlarda oynanan tertemiz bir şölendir. Çocukların bu güzel oyununa tanık olur iken sadece bu oyunu küçük arkadaşlarımızın değil onların abi ve ablalarının da bu oyuna eşlik ettiğini görmek çocukluk ruhunun ölmediğinin en güzel göstergesi olduğunu ortaya koyuyor.
Üniversiteli gençlerin ve küçük arkadaşlarımızın kartopu macerasından sonra bir de ne göreyim; en az yirmi-yirmi beş yıllık evli çiftler karın oluşturduğu romantik atmosferde el ele, kol kola birbirlerine soğuk havada sıcak yürüyüş yaptırarak romantizmin yaşı olmadığını kanıtlıyorlar. Büyüklerime gıpta ile bakarken kar, yürüyüş ve kartopu savaşı der iken önemli bir ayrıntıyı unuttuğumu fark ediyorum. Siz de bunun farkına vardınız. Kar olur da adamı olmaz mı? De mi?
Tabi ki de kardan adamların oluşturduğu bir sokak karşılıyor beni. Ama bir, iki değil üç dört tane yapılmış. Kimisinin burnunda havuç, kimisinin başında bere, atkı gibi türlü türlü kıyafetler var. Ne kadar da ilginç. Yapanın ellerine sağlık doğrusu. Kardan adamlara bakarken küçük bir detay dikkatimi çekti. Bu adamlarımızın üstünde benim doğum tarihim yazıyordu. 1-9-9-0! Karınlarına kazılmış rakamlarla benim doğum yılım yansıtılıyordu. Ben de merak edip adımlarımı arkadaşların yanına doğru kırdım. Üstünde bir rakamı olan kardan adama gittiğimde yüzünde üşümüş ifadesi verilmişti. Beyaz renginin üstüne, krem rengi atkı onu soğuktan korumaya yetmemişti anlaşılan. Atkının üzerinde krem rengi sadece yoktu.
Biraz dikkatli baktığımda kırmızı renklerin hâkim olduğu nakışla işlenmiş beş rakamı bulunuyordu. Gerçekten şaşırtıcı! Şimdi de doğdum gün beş şubatı sergiliyordu. Atkıyı çektim ve aldım. Atkının üstünde beş ve daha fazla üşüme yazıyordu. Kimdi bu? Hangi sapıktı? Ne oluyoruz hiçbir şey anlamadım doğrusu.
Bu şoku henüz atlatamamış iken üstünde dokuz numarası olan kardan adamın yanına yaklaşıyorum. Yüz ifadesi şaşkın. Soğuğun bu sene bu kadar sert geçeceğini o da beklemiyordu herhalde. Onun da elleri üşümüş. Beyaz ellerinin üstüne kırmızı eldivenler o kadar güzel oturmuş ki. Kırmızı yünle yapılan eldivenler dikkatimi çekip kardan adamdan ödünç alıyorum. Eldivenleri alıp ellerimin montu görevini üstlendiğinde soldaki avuç içimde iki yazıyordu.
Evet! Biliyordum bu da Şubat'ı temsil ediyordu. Sağdaki avuç içimde ise kırmızılaşan ellerini kırmızının etkisiyle ısıtmak dileğiyle yazıyordu. Bir dokuz daha olan kardan adama yaklaşarak onun yüz ifadesinde mutluluğun tablosunu gördüm. Tabi yüzün güler. Başında beren var. Berenin rengi de güzel. Açık pembe. En sevdiğimden. Tabi bunu da merak ederek alıyorum ve bakıyorum burada ne var on iki on iki on iki! Aman Allah’ım bu bizim Sedat’la tanışma yıldönümümüz. Demek her şeyi Sedat planladı öyle mi? Ne kadar romantiksin aşkım!
Ve son olarak üstünde sıfır hanesini bulunduran arkadaşımıza yaklaştım. Bir yüz ifadesi yoktu. Tuhaf! Çok fazla karda yok sanki üstünde ama. Sesler işitmeye başladım. Lale! Lale! Lale! Ses yakından geliyordu ama dur! Bir dakika, düşündüğüm olamaz. Hayır, tabi ki de olur. Kazmaya başladım. Dördüncü kardan adam sevgilim Sedat çıktı. Donma ve titremenin vermiş olduğu etkiyle ateşler içindeki gözleriyle bana bakarak arkana bakar mısın diyordu? Baktım ve üstünde derin kar tabakasının üstüne burayı keşfet yazıyordu.
Ne demek istediğini anlamamıştım. Gözlerine baktım ve el işaretleriyle kaz diyordu. Bu çocuğun soğuktan dili mi tutulmuştu ne oldu buna diye düşünerek kırmızı eldivenlerimin vermiş olduğu sıcaklık ile kar tabakasını eşeliyordum. Kazdım, kazdım ve kazdım sonunda beyaz boynu bükük kardelenlerin bana baktığını gördüm. Kardelenlerin üstünde bir de not vardı: Kardelen sadece kışta açan bir çiçek, Sen de benim kışta açılan çiçeğimsin, Kardelen kırılgandır, Sen de benim en kırılgan yapımsın, Kardelenler güneşin yaktığı çiçeklerdir, Sen de beni güneşin yaktığı gibi yakma, Kardelenler boynu kıldan incedir, Benim de senden gelecek her şeye boynum kıldan ince, Kışın akşamında açan çiçeğim…
Buradan sonra yok. Sonrasını Sedat’ın güzel sesi tamamlıyordu –Lütfen eline bir kardelen alıp içine bakar mısın? Kırmızı eldivenli elimi beyaz boynu bükük kardeleni alarak içine baktım ve parıl parıl parlayarak yüzüme gülen alyans gözyaşı pınarlarımı harekete geçirmekten alıkoyamıyordu. Sedat gözleri ve diliyle –Kışın açan çiçeğim, Sana bir kış gününde bu sefer ben açılmak istedim. Kışın bu güzel vaktinde beyaz örtünün sakladığı alyansı ve sana özel çiçeği kabul edersen beni bir kardelen haline getirirsin. Beyaz örtünün sakladıklarını keşfederek Sedat’ı da bir daha keşfettim ve hiçbir zaman pişman olmayacağım cevabı verdim: EVET!
Bu yazıya 0 yorum yapıldı.
Hey Sen! Hadi yorum yap...
Cevap yazdığın kullanıcı: Fatih Emre