Bölüm 1
Geçmiş ve Gelecekten İzler
Gezegen I. I. D. -12. 8 Yerel Ad: Oura
Rahip Morcelle okuduğu kitaptan kafasını kaldırıp karşısında sıkılmış şekilde oturan on yaşlarında ki çocuğa baktı. Çocuk rahibin gözetiminde cezaya kalmıştı. Cezası son derece sıkıcı bir kitabı okumaktı. Kitap sıkıcı olmasa bile çocuk o kadar sıkılmış görünüyordu ki cezaya kalma nedeni her ne ise bir daha yapmayacağı her halinden belli oluyordu.
Yüzünde sahte bir kızgınlık ifadesi takınan rahip “Nasıl? Artık kavga etmek o kadar da mantıklı bir fikir gibi gelmiyor değil mi?’’ dedi. Çocuk somurtkan bir bakış atınca yüzünde ki sahte kızgınlık ifadesi yerini gerçeğine bıraktı. Çocukla uğraşmak her ne kadar eğlenceli gelse de onu rahat bırakması gerektiğini düşünerek kitabını okumaya devam etti.
İçinde bulundukları mahzenden bozma kütüphane birkaç titrek mum ışığı ve fener ile zar zor aydınlanıyordu. Zayıf ışığın aydınlattığı kitaplıklar mahzenin tüm duvarlarına boylu boyunca yerleştirilmişti. Fazla büyük olmayan mahzenin ortasında uzun bir masa ve masanın iki tarafında uzun tek parça oturaklar vardı. Rahip masanın en başında, birkaç mum haricinde mahzeni aydınlatmak için yanan fenerin asıldığı sütunun dibinde oturuyordu. Gece karanlığında mahzen duvarının tavana yakın yerinde ki küçük penceren içeri kar doluyor, rahip kendilerini fırtınadan uzakta, güvende ve sıcak tuttuğu için duvarları ören adamlara minnet duyuyordu. Sonra bu duvarların içki mahzeni olarak kullanılmak üzere örüldüğünü hatırlayıp kendini suçlu hissetti.
Burası büyük savaş döneminden kalan bir kışlaydı. Askerlerin konaklamasını beslenmesini ve diğer ihtiyaçlarını gidermesi için kurulan bir kasabaydı. Büyük savaş bitip barış gelince bu ve bunun gibi kışlalar daha iyi bir amaca hizmet etmek için terk edilmişti. Bu kışlanın yeni sahipleri rahipler ve çocuklardı. Öğretmenler ve öğrenciler…
Çocuk daha fazla dayanamayarak masayı yumrukladı. “Neden? Neden kavga ettim diye bütün bu kahrolası geceyi burada kitap okuyarak geçirmek zorundayım? Üstelik kavgayı başlatan ben bile değildim.”
Rahip sakince kitabı kapatıp okuma gözlüğünü çıkarıp masaya koydu ve çocuğun yüzüne baktı. Yüzü cılız mum ışığında zar zor seçiliyordu. Oldukça genç bir adamdı. Işık rahibin yüzünü aydınlattığında ters görünen bir şeyler dikkat çekti. Adamın haddinden fazla dik ve küçük bir burnu ve çenesinin altında dikeni andıran kemik rengi sivri sakalları vardı. Gözleri ince ama birbirinden uzaktı. Gözbebekleri yıldızsız bir gece kadar karanlıktı. Kafasına taktığı başlığın altından sık siyah saçları görülebiliyordu.
“Buradasın çünkü” dedi rahip. Konuştukça çenesinin altında ki dikenler canlıymış gibi hareket etti. “Buradasın çünkü seni o zavallı çocuğun üzerinden aldığımızda neredeyse çocuğu öldürecektin. Ah tanrılar. Ellerini çocuğun boğazından ayırmak için bize iki rahip gerekti. Sorun kavga etmen değil çocuk. Sorun içinde biriken bu nefret. Beş hükümdarın bizim için yaptıklarından sonra herhangi bir canlının içinde böyle bir nefret büyümesine izin veremeyiz. Bir daha olmaz.” Verilen mesajı anlamadığı her halinden belli olan çocuk aptal ve umutsuz bir ifade ile kitabını okumaya devam etti. “Bu kahrolası kitabı okumayı ne kadar çabuk bitirirsem buradan o kadar çabuk kurtulurum” diye geçirdi içinden.
Okuduğu kitabı bitiren genç rahip ayağa kalktı. Boyu iki metre kadardı. Sırtını rahatlatmak için ellerini beline koyup olabildiğince esnedi. Belinden ve sırtından çıkan sesler bittikten sonra doğruldu ve çocuğun tepesine dikildi. “bu kadar yeter. Artık cezanın ikinci kısmına geçebiliriz.” dedi
“Cezamın bu sıkıcı kitabı okumak olduğunu sanıyordum” dedi çocuk.
“Oh hayır. Sen bizim en değerli konuğumuzsun. Senin sıkılarak geçireceğin bir geceden fazlasını hak ettiğini düşünüyorum. Senin bir derse ihtiyacın var çocuk. Dinlemen gereken bir hikayeye ihtiyacın var”
“Bana çocuk demeyi bırak. Benim bir adım var. Adım…”
“Adın umurumda değil. Sen benim için nefret dolu çocuksun o kadar.”
Çocuk kendini çaresiz hissetti. Sesi tekrar eski cılız haline döndü. “Cezamın ikinci kısmı ne” diyebildi sadece.
“Asıl kısmı” diye düzeltti rahip. Çocuğun arkasında kalan dört metrelik kitaplığa dayadığı merdivene çıkıyordu. “Biz burada çocukları sıkıntıdan patlasınlar diye bir mahzene kapatıp onları kitap okumaya zorlamayız. Bizim yaptığımız şey onların mahzende zorla kitap okuyacak duruma düşmemelerini sağlamak.”Merdivenin tepesinden çocuğa baktı. “Ne dediğime dair en ufak bir fikrin bile yok öyle değil mi?”Çocuktan ses gelmeyince arayışını sürdürdü. “İşte. Buldum seni” dedi sonunda. Merdivenden inerken kucağında diğer kitaplara göre daha büyük ve tozlu deri bir kitap vardı.
Kitabın tozlu yüzeyini koyu yeşil renkteki yün elbisesinin kolu ile silerken çocuğa baktı. “Bu kitabın ne olduğuna dair bir fikrin var mı?”
“Beş hükümdar efsanesi” cevabını verdi çocuk. Kitabın üstünde kocaman harflerle yazan ‘Beş hükümdar efsanesi’ yazısını okuma ihtiyacı duymadı. Kitabın üstünde ki beş hükümdarı temsil eden beş kişiye bakması yetmişti. Kitabın kapağında ki yıpranmış resimde ortada bir adam sağ ve sol yanında iki kadın ve onların yanlarında iki adam daha vardı. Başta ki ve sonda ki adam birer kılıç tutuyorlardı. “Bunlar adalet ve infazı sağlayanlar” dedi rahip parmağı ile sağ ve sol başta ki eli kılıçlı adamları işaret ederken. “İsimleri Narrel ve Tibbel”dir. Sonra parmağını solda ki kadının üzerine getirdi. Kadının elleri yumruk şeklinde göğsünün üzerinde duruyordu ve adeta buzdan bir alev gibi parlıyordu. “Bu kadın” dedi rahip “bu kadın her yardıma ihtiyacı olanın yanında biterdi. Yardımın ne olduğu tamamen ona kalmış. Uçurumun kenarında ölümle yaşam arasında sallanan bir adamın yardım çığlığı mesela. Bu kadın bizim yardım elimizdi. İsmi Llydia idi. Eski kitapların neredeyse hepsi bizden olamayacak kadar güzel olduğunu söyler.”
“Diğer kadın…” diye sürdürdü sözünü. Parmağı resmedilmiş diğer kadını gösterirken. “Diğer kadın şifacıydı. Kurtarılmayı hak eden her hasta vücut bu kadının tek bir dokunuşu ile hayata dönerdi. Göğsünde koca bir mızrak ile ölen, barışı koruyan kral Nance’ı hayata nasıl döndürdüğüne dair hikayeleri mutlaka duymuşsundur”
“Evet. Duydum” dedi çocuk. “kadının isminin Relia olduğunu da biliyorum.”Ardından parmağını ortada ki adamın üzerine getirip “bu da hükümdarların lideri Kixgon. Diğer hükümdarları ve herkesi yöneten baş hükümdar. Beş hükümdarı tanımayan tek bir kişi bulmak imkansız. Asıl soru bunları bana neden anlatıyorsun”
“Beş hükümdarı tanıyorsun. Ama onların buraya yapmak için geldikleri şeyleri anlayamadığın çok açık. Asıl sorunun cevabı kitabın içinde. Aç ve oku çocuk. Birinci kısmı okuman yeterli olacaktır.”Kitabı çocuğun önüne yitip masanın başına gitti. Kendi mumunu alıp geri geldi ve mumu kitabın yanına koydu. Mum ışığı çocuğun yüzünü de aydınlattı. Çocuk ta rahiple aynı garip yüz şekline sahipti. Tek farkı çocuğun çenesinde garip dikenlerden yoktu. Çocuk rahibin ne yapmaya çalıştığını anlamak istercesine birkaç saniye yüzüne baktıktan sonra kitabı açtı ve okumaya başladı. El yazması kitabın ilk sayfasını devasa tek bir kelime kaplıyordu. ‘Kurtuluş. ’
Beş Hükümdar Efsanesi
KURTULUŞ
Söyleyeceklerim binlerce yıl sonrasına rehber olması için yazılmıştır. Anlatacaklarım hırsızlık yapan yarım akıllı köylüleri korkutmak için uydurulmuş bir peri masalı değil. Bu tamamen gerçektir. Beş hükümdarın ışığında ki kurtuluşumuzu yine onların emri ile yazmak, gelecek nesillere aktarmak, bizim yaptığımız hataları yapmamalarını sağlamak için ben, Hükümdar Kixgon’un kalemi, sözlerini ölümsüz hale getirmekle görevli olan Rahle’ın hatıralarından seçilmiş, kurtuluş hikayemizi ve bizler için yaptıklarını kaleme alıyorum.
Beş Müjde
Bundan tam yirmi beş kış önce ben henüz on dokuz yaşında genç bir köylü iken yaşadığımız gezegen iki devasa şehir ve o şehirlerin kralları tarafından yönetiliyordu. Kuzey ve Güney olarak ikiye ayrılan gezegenimizde sefalet, savaş ve ölüm hüküm sürüyordu. Kağıt üzerinde dost olmalarına rağmen amansız bir rekabet içinde olan iki kral gayri resmi savaşlarla ile birbirlerini yıpratmaya çalışıyor ancak yıpranan sadece halk oluyordu. Kurtuluş için ettiğimiz duaların hiçbir zaman kabul olmayacağını düşünmeye başlamıştık. Çocuklar ölüyor, yaşadığımız, evimiz dediğimiz her bir açık alan savaş nedeni ile harabeye dönüşüyor kaçabilenler kaçıyor, kaçamayanlar ise oracıkta gözü dönmüş askerler tarafından öldürülüyordu.
Bir gün çektiğimiz acılar yetmiyormuş gibi kuzeyde ki kralın delirdiğini, güneyde ki toprakları almak için var gücü ile güneye saldıracağını öğrendik. Zar zor hayatta kalmaya çalışan bizler için umut tükenmişti. Yaşadığımız gezegen artık sadece kralların ve askerlerinin olacaktı.
Yaşlılarımız dağlara kaçmamızı önerdi. Kabul etmekten başka bir çaremiz yoktu çünkü dağlar askerler için can sıkıcı derecede boştu. Sivri sarp kayalıklardan oluşan dağda askerlerin ilgisini çekebilecek ne bir meyve ne de bir hayvan vardı. Aynı şey bizim için de geçerliydi. İlk bir kaç yıl toprağı ekmeye çalıştık. Verimsiz toprağın verdiği yemek az topluluğumuz ise kalabalıktı. Zar zor hayatta kalıyorduk.
Umutsuzluğa kapıldığım bir günde dağın yamaçlarından inen, rüzgarla ipekten yapılmış elbiseleri savrulan beş kadın gördüm. Vücutlarının üstü neredeyse hiç hareket etmiyordu. Taşlarla dolu yoldan hiç sendelemeden adeta suyun üzerinde akıyormuş gibi yürüyorlardı. Onları tanımayan bir insan yıllardır bu kayalık arazide yaşadıklarını düşünebilirdi ki ben bu kadınları hiç tanımıyordum. Kadınlar donuk yüzleri ile yaşadığımız kampa kadar geldi. “Lideriniz kim?Lideriniz ile konuşmak istiyorum” dedi içlerinde en ciddi olanı. İçimizden bir yaşlı çıkıp “bizim liderimiz yok. Biz o tanrının cezası krallar gibi insanların üstlerine basmayız. Eğer söyleyecek bir sözün varsa bana söyle.”
“Cinayet” dedi en arkada duran kadın.
Hiç kimse bir anlam verememişti. Birbirimize bakıyor kadının neden böyle bir şey dediğini anlamaya çalışıyorduk
“Bağnazlık” dedi hemen onun yanında ki.
“Hastalık.” Diye devam etti bir başkası. Ne yapmaya çalıştıklarını anlamıştık. Kadınlar yıllardır çektiğimiz acıları sırası ile dile getiriyorlardı.
“Yardıma muhtaçsınız” dedi ciddi duran kadının yanında ki.
“Kurtuluşunuz yakın” dedi en sonuncusu. “Bütün bunlardan kurtulmak için bizimle gelin” dediler hep bir ağızdan.
Başımıza daha kötü ne gelebilir ki diye geçirdim içimden. Kadınları ilk takip eden ben oldum. Yaşlılar önce itiraz ettiler ama ardından bizimle gelmeye razı oldular. “Ha burada ha orda ölmüşüm ne fark eder dedi” yaşlılardan biri. Yaşlıların gelmesi ile birlikte bütün topluluk kadınların peşine takıldık.
Bizi sarp kayalıklardan geçirip dağın zirvesine yakın bir yere götürdüler. Bir tepenin önünde duran kadınlardan sözcü olmaya en yatkın olanı “işte geldik” dedi ve elleri ile tepenin arkasını gösterdi. Heyecan içinde tepeyi aştığımızda herkes olduğu yere çöküp ağlamaya, sevinç gözyaşları dökmeye başladı. Tepenin ardı meyve ağaçları ile, dağ keçileri ve koyunlar ile doluydu. Kayalık dağın ortasında adeta devasa bir krater gibi oyulmuş bir cennet. Bizim için özenle yapılmış gibiydi. Türlü türlü ağaçlar ve samanlarla kaplı arazinin ortasında devasa bir göl vardı. Gözlerim dolmuş bir şekilde göle bakarken kadınlardan biri yanıma gelip “tahmin edemeyeceğin kadar çok balık var” dedi ve gülümsedi. Titreyen sesimin izin verdiğince teşekkür ederim dedim.
Gece olduğunda halkım çoktan buraya ayak uydurmuştu bile. Bazıları etraftan kestiği ağaçlardan yaptıkları barınaklarına son düzenlemeleri yapıyor kimileri ise avlanarak geçirdiği günün mahsulünü yiyordu.
Kadınlar bizimle konuşmaları gerektiğini söyleyerek bir araya topladılar. Sözlerine başlamadan önce uzun uzun duyacakları şeylerin delice gelebileceğini ama tek çarelerinin onlara inanmamız olduğunu söyleyip durdular. Delice şeyler söyleyeceklerini tahmin etmiştik ama söyledikleri şeylere delice demek yetersiz kalırdı.
Yeşil tül ve ipek elbiseler içinde ki kadın söze başladı. “Biz sizlerden değiliz. Sizin yaşadığınız kasabada ya da ülkede yaşamamaktan bahsetmiyorum. Biz sizinle aynı gezegeni paylaşmıyoruz.”
Sözleri bir buz fırtınası gibi çarptı yüzümüze. Hepimiz neye uğradığımızı şaşırmıştık. Herkesin aklından tek bir şey geçiyordu:‘Deli olmalarına rağmen bizi cennete getirdikleri için onlara minnet duymalıyız. ’Bunun başka bir açıklaması olamazdı. Bu düpedüz delilikti. Kadın sözlerini sürdürdü…
“Sizler içine evimizden gönderildik. Bizler acı çeken canlıların feryatlarını duyanlarız. Hayır ettiğiniz duaların bizim gelmemizde bir faydası olmadı. Bizi gönderen güç sizlerle nerdeyse aynı olan canlılar”
Hiç kimse söze girecek cesareti kendisinde bulamadı. Gergin sessizliği bir kadının sesi bozdu.
“Diyelim ki size inandık ki bunun için kafayı yemiş olmamız gerek. Bize nasıl yardım edeceksiniz. Bizi içi balıklarla dolu bir göle getirdiniz diye gezegene huzur geldi mi sanıyorsunuz? Bu gezegen kahrolası bir cehennemden farksız. Bizim gibi acı çeken yüz milyonlarca insan var. Bizler çölde ki bir kum tanesiyiz sadece”
“Biz değil” diye söze girdi altın sarısı bir elbise giyen kadın. “Bizden sonra gelenler size huzuru getirecekler.”
“Sizden sonra gelenler de kim?” diye sordu. Kadının gözlerinin içine şüphe ile bakıyordu.
“Bebeklerimiz” cevabını verdi.
Soruyu soran kadın başını iki yana sallayıp arkasını döndü. Umutsuzluğa kapıldığı her halinden belliydi. “Bu kadınlar kafayı yemiş.”
Yeşil elbise giymiş kadın sinirle söze girdi. “Burası tanrınızın bile unuttuğu bir kayalık arazi. Son birkaç yıldır bu dağlarda yaşıyorsunuz. Nerdeyse her bir noktasını gezdiniz. Daha önce bırakın ağaçlarla dolu bir araziyi tek bir kuru ağaç gören oldu mu? Ya da tek bir hayvan? Bulamadığınız o hayvanlar gibi su içmek için yağmurun yağmasını bekliyor kaplarınızı dolduruyor, yemek ihtiyacınızı çevrede ki şehirlerden çalarak sağlıyorsunuz. Tesadüfe bak ki dağın tepesinden beş gizemli yabancı inmesi ile birlikte kahrolası dağın ortasına bir cennet beliriveriyor. Sizce bu tesadüf mü? O krateri oraya biz açtık. İçini hayvanlarla ve ağaçlarla biz doldurduk. O gölü ve içinde ki balıkları oraya biz koyduk. Burası sizin yaşamanız için değil. Burası bizden doğacak çocukların yaşaması için. Sizler sadece biz gittikten sonra çocukları büyütmek ve yetişkin insanlar olup görevlerini yapana kadar onlara bakmakla görevlisiniz. Eğer kabul etmezseniz başkalarını bulacağız. Böyle bir cehennemde böyle bir yapay cennete kimse hayır demez nasıl olsa. Üstelik yapmaları gereken tek şey beş küçük çocuğa bakmak.
Kadının sözleri ok gibiydi. Hiç kimseden ses çıkmıyordu. Kadın sakinleştikten sonra kendisini sorguya çeken kadına dönüp sordu. “Var mısınız?”
Bu yazıya 0 yorum yapıldı.
Hey Sen! Hadi yorum yap...
Cevap yazdığın kullanıcı: Fatih Emre