Ay’ın geceyi aydınlatan yansıtan ışınlarıyla, yıldızların bir takım haline bürünmüş birlikleriyle gökyüzüne seyre dalmıştım. Allah’ıma şükrediyorum. Bize bugün de nefes alıp verebilme şansını verdiği için. Şükrediyorum, şehit kardeşlerimizi toprağa defnetmemizi bize nasip ettiği için. Şükrediyorum, vatan bayrağını bir kez daha koruma şansı verdiği için.
Gözümü yıldızların ışıltılarından söküp boğazın ağır cellâtlarına çeviriyorum. Geldikleri günden beri insanların üstüne ölüm kusan gâvur makineleri. Boğazı, kendi ışıklarıyla aydınlatıp, yedi yirmi dört kendi korumalarını sağlayarak biraz daha ölüm kusabilmeyi arzuluyorlar. Koskoca, heybetli duruşlarıyla Osmanlı askerinin karşısına geçip her gün başımıza toplarını hırçınca savuruyorlar. Sanıyorlar ki, bunlar iki gün sonra pes edecekler. Sanıyorlar ki, iki üç gün sonra İstanbul’a girip o mübarek şehri âlem mekânına çevirecekler. Sansınlar bakalım.
Bu vatan evlatlarının ölmekten korkmadığını, şehadet için her gün Allah’a dua ettiklerini bilseydiniz boğazın yanına bile yaklaşamazdınız. Çünkü Allah bizim yardımcımız olacaktır. Allah’ın yardımı bize yeter. Tüm cihan gelin Çanakkale’ye. Bize Allah yeter. Komutanımızın gözünden bir bir dökülen gözyaşı yiğit kardeşimizin günlüğünü yağmur yağmış bereketli toprağa çevirdi. Bu bereketli satırları şehit olmadan bir saat önce yazmış, sonra da makineli tüfeğin bitmek bilmeyen mermileri şehadetle örtülü kalbine isabet edip, şehitlik mertebesine ulaşmış.
"Asker! Düşmanın tanyerinin ağarmasıyla taarruza geçmesini bekliyoruz. Önce ‘Yenilmez Armada’ dedikleri filolarından üstümüze yağmur gibi bombalarını sallayacaklar. Sonra o hırsla donatılmış ordularını üzerimize salacaklar. Bizim işimiz bulunduğumuz toprağı kendi kanımız dökülene dek korumak. Vatan toprağı, kanla sulanmadıkça, toprak değildir. Vatan yurdu değildir. Vatan değildir. Kardeşimizin günlüğünde dediği gibi bize Allah yeter aslanlarım. Bize tüm cihan karşı gelse bile bize Allah yeter. Allah’ın yardımı bizimledir aslanlarım. Gazanız mübarek olsun."
Hepimiz birden "Sağ ol!" dedikten sonra köşeye bıraktığım yaverim, tüfeğimi alıp temizlemeye başladım. Metali boyayan kırmızı renk kim bilir hangi milletin kanıydı. İki saat önce durmak bilmeyen çarpışmada çok yorulmuş, üstüme ne geliyorsa bu keskin süngüyle hepsini durdurmayı başarmıştım. Mermim de bitti. Artık düşmanın üstümüze gelmesini bekliyoruz.
Komutanlarımız bize, mermileri idareli kullanmamamızı söylüyorlar. Bir mermi bile boşa gitmeyecek diyorlar. Biz de vatanın bir mermisini bile boşa götürmemek için düşmanı seçe seçe avlıyoruz. Büyük Osmanlı’nın kapısına zırhlıları ve azmış askerleriyle dayansalar bile buradaki bekçiyi asla geçemeyecekler. Bu günlerde havada sıcaklaşmaya başladı. Suyu doğru düzgün tedarik edemiyoruz. Sakalar da gittikleri kuyudan daha gelmediler. Vakte de az kaldı. Dur teyemmüm alayım bari.
Mübarek vatan toprağıyla abdestimi aldıktan sonra, Ertuğrul Koyu’na bakıyorum. Düşman askerleri taarruz için bekliyorlar. Bir de onlar yok iken hayal ediyorum. Arınmış koy, vatan çocuklarının olmuş tekrar. Bize bu zaferi nasip et Allah’ım.
"Erzincanlı nereye bakıyorsun?" Soruyu soran Tokatlı yiğit arkadaşım. Ayaklarının altı çarığın dayanamamasından sonra kan kırmızısı kalsa da hala hatır sormaya devam ediyor yiğit:"Koya bakıyorum gardaş. Düşmansız hayal ediyordum." Gözlerindeki yanan inançla:"Yakında o da olacak gardaş Allah’ın izniyle."
Unutmadan gardaş sana şunu vereyim. Sende dursun. Şaşırmış gözlerle:"Gardaş ne ki bu?"
–Sana olan emanetim. İçini açıp bakma. Ta ki ben ölene kadar. Ne de olsa emanete hıyanet olmaz.
–Tamamdır gardaş. Müsterih ol.
Emanetimi de bıraktıktan sonra akciğerlerimi sonuna kadar doldurup boşalttıktan sonra mübarek vakit geldi. Tepeye adımlarımı attım ve gırtlağımın verdiği son güçle:
–Allah ü ekber. Allah ü ekber.
–Asker! Uyanın. Ezan vakti. Abdestinizi alın.
–Allah ü ekber. Allah ü ekber.
–Bu güzel sesiyle kim okuyor böyle?
–Bizim Erzincanlı gardaş.
Islık gibi bir ses toprakların birleşmesiyle oluşan bir patlamadan sonra bir kelime duyduk:
–La ilahe ille’l- lah
Erzincanlının parçaları havaya sıçramıştı. Ağır cellâtlar ölüm kusuyorlardı. Taarruz başlamıştı. Ama Erzincanlının emanetine sahip çıkmam gerekiyordu. Verdiği kitabı açtım, arasında bir not vardı:"Bu kitabı, sana vermemin nedeni paramparça olmaması. Ben tepeye çıkıp ezan okuduğumda gâvur bomba atarsa ben parçalara ayrılırım ama KUR’AN parçalara ayrılmasın. Allah’ın kelamını kimse parçalara ayıramaz. Benden yana hakkım sana helal olsun. Ama bir şartla; Sancağı yerde koymayacaksınız. Siz de bana hakkınızı helal edin gardaş."
Bu yazıya 0 yorum yapıldı.
Hey Sen! Hadi yorum yap...
Cevap yazdığın kullanıcı: Fatih Emre