GRİ GÜNEŞ: GÖNÜL BAHARLARININ BEKÇİLERİ

“İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa o adam o toprağın insanı değildir.”

(Gabriel Garcia Morquez)

"Yüz Yıllık Yalnızlık" romanından alıntı bu söz; belki yüz binlerce yıl dilden dile anlatılıp ölüme meydan okuyan, gözleri ufukta çatlayana kadar koşan küheylanları destanlaştıracak binlerce hikâye barındırıyordur içinde. Belki de biz güneşi hep sarısından tanırken, parmakla bile gösterilmeyen gri bir güneş, her an edilen dualara âmin diyordur başka yerlerde.

Merak ettim dualarını. Merak ettim Rabbime neler fısıldadıklarını. Kulak verdim içten yakarışlara. “Eğer evlatlarımdan biri İslam'a ters bir şey yapacaksa onun canını al Ya Rabbi! Ben böyle bir evlat istemiyorum” diyordu kimisi. “Evlat sevgisini dürüp, paketleyip bir kenara koydum. Ahrette onlarla beraber olmak istiyorum. Onlara olan muhabbetimi orada görmelerini istiyorum ya Rabbi! Ahrette onlardan beni mahrum etme”. Bu nasıl bir yakarıştı ya Rab, bu nasıl bir sevgi. Bu nasıl bir adanmışlık, bu nasıl bir yaşatmak için yaşama ideali. Bu dualar, evlat sevgisinden yoksun bir babaya değil, Müsebbib-ül Esbab'ın sevgisini her şeyden üstün tutan, kısa günlerin uzun sabah şavklarında uzakların hayalleriyle hem dem olanlara aitti.Nihayetinde iki kere iki uzaklarda da dört etmez miydi, ederdi.

Vaktim dar, anlatacaklarım uzun. Üç isim çıkıyor karşıma, üçayrı dünya, üç güzel rüya… Ben diyeyim vefa siz deyin karasevda. Ana kucağı serin bir ceviz gölgesiyken, onlar için her yer hiçbir yer, ikisi de aynı manaya geliyordu: Meçhul ülke… “ben gidersem bu ülkeden ne eksilir? Hiç. Burada dursam bir şey artar mı? Hayır! Sokaklar ağlar mı? Bulutlar sessizliğe bürünür mü? Güneş doğmaktan vazgeçer mi? Evimizdeki yemekler artar mı? Kaç kişinin kalbinde bir eksilme meydana gelir?” Cevabı bariz belli. Nefis cümleden edna,vazife cümleden âli… Kolay değildi çetrefilli yollarda yürümek, arkada gözüyaşlı anaları, üzüldüğünü belli etmemek için dolu dolu olmuş gözlerini yerden kaldırmayan babaları bırakmak, hasreti her nefes alıp verişinde iliklerine kadar hissetmek… Kolaya kaçmak yakışmazdı. Onlar zor olana tabiydiler elbet. Bu yüzden gitmek de, arkada kalanları teselli etmek de onların kaderinden bi' parçaydı.

“Senden önce bir ana ağlayıp da evladını gönderseydi o ülkeler kurtulsun diye, sen ağlamayacaktın. Senin gözyaşlarına bakıp gitmezsem ya kızım ya torunum ağlayacak. Biri muhakkak ağlayacak. Kusuruma bakma ana! Sen ağla! Ben de yoluma devam edeyim. Orada bir teyze boynuma “Evlatlarım gelmiş!”diyerek sarıldı anacığım. Kırk beş yıldır senin bana o teyze gibi sarıldığını hiç hatırlamıyorum. Beni çok sevdiğini de biliyorum ama orada da en az senin kadar sevenler ve yolumuzu gözleyen insanlar var. Biz ne pahasına olursa olsun gideceğiz ve kardeşlerimizin elinden tutacağız.”

İğneyle kuyu kazmak gibi bişeydi sanki bu. Yabancı değillerdi, sadece büyük bir okyanus gibi durgun kalıp kokuşmaktansa küçük bir ırmak gibi akmayı ve duru kalabilmeyi tercih etmişlerdi onlar, tercihlerin en güzeli… Buram buram gurbet kokan gönül baharlarının bekçileriydi gördüğüm.Dünya onları terk etmeden, onlar dünyayı çoktan terk etmişti. Çok ütopik değil mi bir valizle hayallerin arkasından gitmek. Sahi, sen hiç koştun mu hayallerinin peşinde. Ya da uzun bir yola cıktın mı hiç ahret yolculuğundan tek farkı, sorgu suale çekilmemek olan. “ne işin var orada, sen mi kurtaracaksın dünyayı” diyenlere inat, bi' belgeselcilerin bir de maden arayanların gittiği yerlere Allah rızası için gittin mi? Gitmedin, gitmedik, gidemedik…


Sizden öğrendik, Yakutistan'ın, güneşin renginin değiştiği bir ülke olduğunu, bazen mavileştiğini.

Sizden öğrendik, gündüz dediğimiz şeyin orada gri bir alacakaranlıktan ibaret olduğunu.

Ve sizden öğrendik, karanlıkları aydınlatacak olanın gönül ve hal dilinden ibaret olduğunu, vesselam…