Zordur tek başına küçük bir bedende koca bir yürek taşımak

BEYAZ KANAT: İŞTE BU DA HAYATIN BİR BAŞKA DALGASIYDI: UMUT.

Rossalie yine geç kalmıştı yemeğe. Kesin güvercinlerin peşinden koşuşturuyordu.Yoksa çoktan gelmiş olurdu. Emily endişelenmeye başlamıştı. Kaç kere uyarmıştı onu yemeğe geç gelmemesi konusunda. Fakat on üç yaşındaki Rosy babasına çekmişti! Başına buyruk asi güvercincik...

Emily akşam yemeği için masayı hazırlarken Chris ağlamaya başlamıştı. Emily her iki işe birden yetişemiyordu. Masayla uğraşmayı bırakıp Chris’in yanına gitti. Tek oyuncağını yine kaybetmişti anlaşılan. Emily, Chris’in oyuncağını aramaya başladı onunla beraber. Anne – oğul yaptıkları şeyler arasından en sevdiği de buydu aslında her ne kadar bu konuda ufaklığa kızsa da. Aslında yapabildikleri tek şey de buydu zaten...

Emily, Chris’e yemek yedirirken Rossalie geldi eve. Üstü başı yine çamur olmuştu. Rossalie, annesinin kızacağını bildiği için hemen ellerini yıkamaya gitmişti. Annesinin yanına geldiğinde yüzüne şirin bir sırıtma yerleştirmişti. Sanki bu yaptığı sırıtma, üstünü de yıkamaya çalıştığını gizleyecekti. Ah şu çocukların sınır almaz algıları...

Emily, Rossalie ve Chris yemeklerini yemeye başlamışlardı artık. Rossalie aniden sofradan kalktı. Koşarak annesinin yatağına gitti ve elinde küçük bir çerçeveyle geri geldi. Rossalie sesindeki burukluğu gizleyen maskesiyle, sevinçle :

- Şimdi her şey tamamlandı anneciğim. Dedi ve elindeki çerçeveyi masalarında her zaman boş olan yere, babasının oturması gereken yere koydu.Olsaydı, oturması gereken yere...

Rosy... Bu konuda anlaştığımızı sanıyordum. Lütfen onu aldığın yere...

Oh.. Anneciğim... Bunun kimseye zararı yok.Lütfen babam da bizimle yemek yesin..

- Peki ama bu son bir daha...

Anneciğim benim! Çok teşekkür ederim! Dedi Rossalie ve sıkıca Emily’e sarıldı. Emily’nin çok sevdiği bir başka duyguydu bu da. Uzun zamandır hasret kaldığı bir başka duygunun akışına kaptırmıştı kendini kızı ondan ayrılıncaya kadar. Chris ve Rossalie yemeklerini yedikten sonra hemen uyuyakalmışlardı oyuncaklarının başında. Rossalie her zamanki gibi güvercinlerini anlatmıştı dört yaşındaki kardeşine. Rossalie maceralarını bir masal gibi anlatıyordu ve bu ikisinin de hoşuna gidiyordu. Emily ikisine de hayranlıkla baktı. Ona ama yalnızca ona ait olan iki güvercine baktı. Derin ve güzel bir rüyadaydılar anlaşılan. Yüzlerindeki tebessüm alenen ifade ediyordu bunu. Emily çıkmadan önce ikisinin de alnına birer öpücük kondurdu ve yeniden çalışmak için usulca çıktı evinden. Sonuçta küçücük ama içinde kocaman hayaller barındıran bir teknenin tek kaptanı oydu uzun yıllardır.

Rossalie ve Chris garip bir biçimde kulaklarını tırmalayan patlamalarla uyandılar. Chris korkudan ağlayarak Rossalie’yi çağırıyordu. Rossalie karanlık odada kardeşini bulmaya çalışıyordu.

- Voys! Çot tovtuyovum! Voooys!

- Tamam Chris sakin ol. Hiçbir şey olmuyor neden korkuyorsun ki?

- Roys seslevi duymuyov musun? ! Annemi istiyovum!

- Annee! Anne! Diye bağırmaya başladılar. Emily onların korkularını hissedebilecek ama çığlıklarını duyamayacak kadar uzaktaydı.


Rossalie ne yapacağını bilemez halde kardeşine sarıldı. Chris’i sakinleştirmeye çalıştı.

Annem nevde Voys? !

- Sana güvercinleri anlatmamı ister misin?

Anlat... Dedi Chris sanki annesinin kucağına kuruluyormuş gibi başını Rossalie’nin göğsüne başını koyarak. Rossalie kardeşine sarıldı sıkıca. O an belki de ilk defa annesi gibi olabilmişti. Kardeşinin dağılmış saçlarından öptü. Annesi de gizlice böyle yapmıyor muydu? Derin bir nefes aldı.

Bir zamanlar çok yakışıklı bir güvercin prens varmış. Adı ne olsun bu güvercinimizin?

Tlis... dedi ve burnunu çekti Chris kendi adını söylemeye çalışarak.

Tamam Chris olsun. Prens Chris, çok güçlü bir güvercinmiş ve de çok meraklıymış.

Kral ve Kraliçe onun ülkeleri dışında başka yerlerde uçmasına izin vermiyorlarmış. Ama Chris insanların ülkesini çok merak ediyormuş. Bir gün yine anne ve babasının yanına gitmiş. Kanadını önüne eğerek, “ Majesteleri, izniniz olursa insanların ülkesine uçmak istiyorum.” Demiş fakat Kral ve Kraliçe bunu duyar duymaz ret etmişler. Çünkü insanların dünyası çok tehlikeliymiş. Kral, Prens’e zarar gelmesinden korktuğu için izin vermiyormuş. Fakat Prens Chris, çok üzülüyor ve sinirleniyormuş. Çünkü o uçmak ve farklı yerler görmek istiyormuş. Kral ve Kraliçe bu sefer de izin vermeyince Prens Chris bir karar almış. Anne ve babası fark etmeden insanların dünyasına gidecekmiş. Yola akşam çıkmaya karar vermiş. Kral ve Kraliçe uyuduklarında Prens Chris gidecekmiş. Prens, yol için hazırlıklar yapmış. Yanına bir sırt çantası almış. Çantasının içine de yolda lazım olabileceğini düşündüğü şeyleri koymuş ve usulca akşam olmasını beklemiş. Güneş uyuyana kadar sabırsızlıktan yerinden duramamış. Sürekli onu izliyormuş. Sonunda Güneş uyumuş ve Prens Chris çantasını kanatlarından geçirerek uçmaya hazırlanmış. Odasının camına çıkmış ve hızlıca kanat çırpmaya başlamış. Karanlıkta belli olmamak için de siyah bir pelerin giymiş. Günlerce kanat çırpmış. Çok yorulunca ağaçların dallarında dinlenmiş. Az gitmiş uz gitmiş ve sonunda insanların ülkesine gelebilmiş. Burası kocaman bir yermiş. Bir sürü ülkeden canlılar da varmış. Prens Chris hayranlıkla etrafına bakarken bir ağaca çarpmış ve ağacın bir dalına düşmüş – Chris kıkırdadı ve Rossalie kardeşinin saçlarından bir kez daha öptü. O esnada fark etti ki sesler kesilmişti. Fakat o yine de masalına devam etti.-. Aslında bir kuşun yuvasına düşmüş. Prens Chris çok şaşırmış. Çünkü bu ülkede kendi ülkesinde yaşayan birileri varmış. Fakat kendisini rahatsız hissetmiş Prens. Çünkü bir başka kuşun yuvasına izinsiz girmiş. Hemen çıkmak istemiş ve yuvanın sahibi gelmeden uçuvermiş oradan. Yakınlarda kimsenin yuvasının olmadığı bir dal bulmuş ve oraya konmuş. Uçarken izleyemediği insanlara bakmış ve çantasından bir defterle bir kalem çıkartmış. Gördüğü, izlediği her şeyi kanatları yorulana kadar çizmiş. Mesela üstünde yırtılmış elbiseler olan küçük ve bereli bir çocukla oyun oynadığı yavru sokak köpeğini çizmiş. Daha sonra bir sürü büyük yuvaları yani evleri çizmiş. Çizerken de, “acaba neler oluyor bu evlerin içinde? Kimler yaşıyor buralarda? Nasıl hayatlara sahiptirler?” diye düşünmeden de edememiş. İnsanların hayatlarını çok merak ediyormuş. Daha sonra da bir şey dikkatini çekmiş. Koskocaman bir adam, köpekle oynayan bereli çocuğa bağırıyormuş. Hatta ona tam vuracakken gözlüklü, beyaz saçlı bir adam onu durdurmuş. Prens, pelerinin altından kendi tüylerine bakmış. Şaşırarak olayı izlemeye devam etmiş. Süper kahraman olan adam devasa adamı yenmiş. Daha sonra çocukla birlikte tekerlekleri olan kare bir kutuya binip gitmişler. Prens, bu durumdan çok etkilenmiş. Daha sonra etrafını izlemeye devam etmiş. Çevresinde bir sürü insan varmış. Prens onları izlerken, olduğu ağaç sallanmaya başlamış. Prens, kendini o kadar çok kaptırmış ki insanları izlemeye, dinlendiği ağacın... Chris? Dedi Rossalie ve asıl Prens Chris’in uyuyakaldığını fark etti. Kardeşini yatağa yatırdı ve bir mum yakarak evde annesini aramaya başladı. Tam yatağına dönecekti ki kapıdan sesler geldiğini duydu. Sesler tekrarlandığında durdu ve kapıya doğru döndü. Kapı yavaşça aralanmaya başladığında Rossalie eline sert bir şeyler aldı ve hemen mumu söndürdü. Kalbi aşırı derecede hızlı atıyordu. Kapı iyice aralandı ve ince, uzun bir silüet belirdi. Kapının açılmasıyla Rossalie’nin yüzü aydınlandı. Rossalie elindekini daha da sıkı kavradı.

- Rosy? Dedi silüet. Gölge konuşuyordu! Üstelik sesi de yabancı gelmiyordu. Silüet içeri girdi ve sanki evi ondan daha iyi biliyormuş gibi eşyalarını yerlerine yerleştirdi ve ardından da kapıyı kapatıp bir mum yaktı. Gölgenin yüzü aydınlanmıştı. Bir gölgeye nazaran oldukça beyazdı ve solgundu.

-Rosy? İyi misiniz? Chris nerede? O iyi mi? Dedi Emily endişeli bir sesle. Cümlesini bitirir bitirmez Rossalie annesine sıkıca sarılmıştı. Kalbi hala çılgınca atıyordu.

- Neredeydin anne?

- Ben ... Dışarı çıkmıştım, uyku tutmayınca. Siz iyi misiniz?

- İyiyiz anne.O sesler...?

- Sadece devler kavga ediyorlar kızım.Devlerin kavgası.. Hadi bakalım yatağa. Yarın yorucu bir gün bekliyor bizi. Dedi Emily yorgun bir sesle. Ardından soğuk odayı bu üç insancık sevgileriyle ısıtmaya çalıştılar. İşin aksi yanı şuydu ki sevgi bir insanı büyütmekten başka hiçbir şeye yaramıyordu...

Ertesi sabah yine aynı sesleri duymaktan korkmuşlardı ama seslerden eser yoktu. Sesler... Korkutucuydular. Sanki içlerinde bir sürü çığlık barındırıyorlardı. Güvercinlerin kanatlarında saklı özgürlük kadar belirgindiler. Güneşin ufuktaki dansını izleyen Emily, olası bir savaştan çocuklarını nasıl koruyacağını düşünüyordu şimdi çılgınca. Rossalie söz dinlemeyecekti ve yine o aptal kuşların peşinden koşacaktı! Farklı bir yere gitmeleri gerekecek miydi? Ülkede savaşın olduğunu duymuştu ama bu kadar yakınlarına geleceğini tahmin etmemişti hiç.

Rossalie ve Chris, camın önünde duran annelerini izliyorlardı. Chris yine oyuncağına döndü. Rossalie biran onun yerinde olmayı çok istedi. Düşünsenize, bütün dünyanız sahip olduğunuz tek oyuncağın içine gizli. Rossalie yeniden annesini incelemeye koyuldu. Aklında hala dün akşam söylediği söz yankılanıyordu. ‘Devlerin Kavgası’ ? İyi de kimdi bu devler? Neden kavga ediyorlardı ayrıca? Rossalie yerinden kalktı yavaşça. Bugün arkadaşlarının yanına gidemeyecekti anlaşılan. Onun üzüntüsü ise ayrıca bir yer edinmişti içinde. Odasına gitti. Aslında hayali çizgilerle oda diye ayırdıkları tarafa. Kitabını açtı. İşte en iyi ikinci arkadaşlarıydı bunlar da: Kitaplar.


Kitaplar... O kadar farklıydı ki! Sayfaların hatta satırların arasına gizlenmiş dünyaları barındırıyorlardı ve en önemlisi çok şey anlatıyorlardı. Ama asla öğüt verip kızmıyorlardı sana.Ya da verdiğin değeri görmezden gelerek kalbini kırıp üzmüyordu hiçbiri! Hepsi ama hepsi ayrı ayrı sevgi barındırıyordu içinde. Rossalie, yeni dünyasına yolculuk yapmak için sabırsızlanıyordu. Biraz klasik olacak belki ama her kitap farklı dünyalara açılan kapılardı onun için. Ve kokusu elbette ki... Babası gibiydi. Babasının kitabıydı elindeki... Onun dokunduğu sayfalara onun gibi dokunabilmek istiyordu zaten. Defalarca yaptığı gibi kitabın ilk sayfasında yazılı olan isme baktı : Robert F. Parmaklarıyla yazının üstünden geçti bir kez daha. Ne de güzel şeydi hiç sahip olamadığın anıları gözden geçirmek. Bir başkasına, hem de şimdilerde sana bu kadar yabancı olan bir başkasının anılarına tanık olmak... Rossalie halasına başlayamadığı bu kitabı bir kez daha kapattı hızlıca. Bir türlü hazır hissedemiyordu kendini. Sanki kitabın arasından babası çıkıp onu götürecekmiş gibi hissediyordu. Kitabını yerine bıraktı. Yastığının altına. Annesinin bile eşlik etmesini istemiyordu kendisine bu yolculukta. Bu Rossalie’nin ve zamanı gelince de Chris’in tek başına yapması gereken bir şeydi. Büyümekti bir bakıma bu. Ve insanlar her zaman tek başlarına büyürlerdi. Tek başına ve olabildiğince güçlü taklidi yaparak...

Zaman bir türlü geçmiyordu ikisi için de. Emily halasına camdan bakıyordu ve akşam olmuştu artık. Ufukta ne güneş vardı ne de yıldızlar. Rossalie, annesinin saatlerdir hiçbir şey yemeden ve hareket etmeden neye ya da nereye baktığını anlayamamıştı. Aslında bakıp bakmadığını da anlayamamıştı. Narin ve ince hatlarıyla, yorgun bir heykel gibi dikilmişti sanki oraya. Sahi neydi annesini dünyadan böyle kopartan şey? Neydi o devler felsefesi? Yine neler oluyordu hayatta? Rossalie bu düşünceleri arasında boğuşurken aniden babasının yorgun silüeti geldi aklına. Ölüm haberi gelmeden birkaç gün önce o da annesi gibi camda dikilmiş bir heykel gibiydi. Dünyanın en güçlüsü ve en sağlamı olduğunu düşündüğü o heykel birkaç gün sonra paramparça olmuştu... Rossalie, zihnindeki titremeyi hissedebiliyordu. Korkuydu bu! Kaybetme korkusu! Bir başkasının anılarına daha misafir olma mecburiyetinin korkusu! Rossalie annesinin yanına gitti ve olabildiğince şirin görünmeye çalışarak, “ Anneciğim, gün boyu bir şey yemedin. Üstelik hiç oturmadın da. Bir şeye mi üzüldün yoksa?” dedi fakat Emily onu duymamış gibiydi. Hiç tepki vermemişti. Rossalie endişeyle , “Anne? Lütfen gel otur.” Dedi. Annesine oturması için yardım etti. Neydi onu bu kadar düşündüren? Demek ‘düşünmek’ insanları yorduğu için düşünmüyorlardı. Oysaki bir oklavayla bir çocuğu kovalamak ya da kocadan dayak yemek daha yorucuydu. Emily sessizliğini korumaya devam ediyorken, Rossalie yapabildiği tek şeyden annesine bir tas getirdi. Aynı zamanda kardeşine de. Chris oyuncağıyla o kadar meşguldü ki korkmaya ya da endişelenmeye zaman ayıramamıştı. Rossalie kardeşine yemeğini yedirmeye çalıştı. Chris hepsini bitirmişti. Üstelik hala açtı çünkü bir tas daha istemişti çorbadan. Fakat usta aşçımız bunu hesaplayamamıştı. Bu yüzden kendi çorbasının da yarısını kardeşine verdi. Sadece bu sefer kuru ekmeği daha fazla koymuştu.

Emily ise farklı ama keskin bir hızla kopmuştu sanki hayattan. Düşünüyordu aslında sadece. Fakat yorulduğunu hissetmişti. Kimsesizliği oynuyordu belki de herkesliğin içinde.Neydi bu tarifi olmayan çelişkiler? Peki neydi bu anne yanıyla ters düşen vurdum duymazlık? Robert’ı özlüyordu. Onu fark etmişti. Onunla kitap okumayı hatta yazmayı özlemişti. Kelimelerle oynamayı insanların hayatlarıyla oynar gibi... İçinden çığlıklar atmak geliyordu şimdi. Haykırmak nefretini devlere! Ya da kusmak tüm zehrini! Bir kağıda ve bir kaleme ihtiyacı vardı ama beklemeye daha da çok ihtiyacı vardı. Ve daha fazla susmaya... Yorgundu. Biraz uyumaya da mı ihtiyacı vardı ne? Ama yapamazdı. Anneler uyumazdı. Özellikle de bir savaşta asla uyuyamazdı. Gözleri çocuklarına ilişti. Onların çelimsiz vücutlarında takılı kaldı bir süre. Rossalie... Ne kadar da büyümüştü! Chris’e annelik yapıyordu adeta... Ve de şikayetlenmiyordu hiç. Daha az önce yemeğini paylaşmıştı onunla. Yemek? Ah evet, evde kalan son yemekti o. Artık yeni yiyecekler almanın zamanı gelmişti. Bir anne bunu da yapmalıydı değil mi? Emily camdan bir kez daha baktı. Gecenin karanlığı nasıl da pusuya yatmıştı böyle! Hain bir düşman gibiydi sanki güneşe karşı.. Bir tilki gibi kurnazdı her zaman gülen bir çocuğu ağlatacak kadar. Ve de karanlıktı tüm çığlıkları içinde gizleyecek kadar. Çocukların uyumasını bekledi çaresizce. Son görevi için belki de... Ve sonunda uyumuşlardı. Rüyalarında kim bilir neler görüyorlardı? Nerelere gitmişlerdi? Ve belki de şuan babalarıyla birlikte güzel bir kahvaltı yapıyorlardı... Emily sessizce yerinden kalktı , çok yorulmuştu artık. Eline bir kağıt ve bir kalem aldı .Ne elveda mektubu yazacaktı ne de bilgi notu. Aklındaki dizeleri yazacaktı. Belki şimdi değil ama yıllar sonra hem çocukları anlayacaktı hem de... Kalem yazacaklarını önceden biliyor gibiydi. Usulca mürekkebini bırakıyordu ardında. Anlamsızlığın içinde anlam olmaya çalışan kelimeler vücut bulmuştu artık. Düşünceden ziyade kağıttaydılar artık. Emily kalemi yavaşça masanın üzerine bıraktı. Kapıya yöneldi. Paltosunu alacakken vazgeçti. Artık ihtiyacı olmayacaktı ona. Onların daha çok ihtiyacı olacaktı. Kapıyı sessizce açtı. Artık ustalaşmıştı bu konuda ve son hünerini sergiliyordu. Elleri, kapının soğuk kolunda kaldı bir süre. Onlara baktı ve bir özür fısıldadı dudakları. Söylediği her yalan için belki de... Ve sonunda kapandı kapı. Arkasında iki şey bırakmıştı Emily. Birincisi sabaha umut bağlayan çocuklarının hayal kırıklıklarını ve koca bir sessizlik...

Geceyi yine devler bölmüştü! Chris’in ağlamasını duyar duymaz yataktan fırlamıştı Rossalie. Kardeşinin ağlamasına dayanamamıştı. Üstelik annesi yine yoktu. Bu iki oluyordu. İçinde başka bir korku daha taşıyordu Rossalie. Henüz öğrenmediği ihanetlerin acısıydı belki de bu. Rossalie kardeşini sakinleştirmeye çalışıyordu ama olmuyordu. Sesler sanki daha da yaklaşıyorlardı. Kuşlarını düşündü biran! Evet yanlış zamanda gelmişlerdi aklına ama... Umut etti sadece iyi olmaları için. Ama bu da boşunaydı ve o bunu da iyi biliyordu. Chris, dün olduğu gibi kuruldu ablasının kucağına. Hala ağlıyordu. Korkuyordu küçük bedeni. Rossalie yeniden korkusunu bastırmaya çalıştı ve ardından olabildiğince sevecen haliyle kardeşine döndü, “ Chris, dün masalımız yarım kalmıştı ona devam etmek ister misin?” dedi. Chris hıçkırıklarının arasından, “ Evet, anlat.” Diyince Rossalie başladı anlatmaya , “ İnsanları izlemeye o kadar çok dalmıştı ki dinlendiği koca ağacın kesildiğini fark etmemiş. Koca ağaç tam düşecekken uçuvermiş Prens Chris. Uçtuğunda fark etmiş ki çizdiği resimler ve çantası o ağaçta kalmış. Prens’in hemen geri alması gerekiyormuş çantasını. Çünkü çantasının içinde çok gizli bir yerde Prens için çok önemli bir şey varmış.” Diye devam ederken Chris heyecanla ablasının masalını kesti, “ Ne vavmış?” diye sorduğunda Rossalie tebessümle kardeşinin dağılmış saçlarından öptü ve devam etti, “ Prens Chris’in prens olduğunu ifade eden bir tılsım varmış. Eğer bu tılsım olmazsa ülkesine gidemezmiş.Prens hızla geri dönmüş ama ağaç çoktan gitmiş.Biraz daha yükseğe uçmuş fakat yine hiçbir yerde göremiyormuş. Pelerinini çıkarıp atmış ve bembeyaz asil tüyleri göz alıcı bir şekilde parlamaya başlamış. Güneşi yansıtan bir ayna gibi parlıyormuş. Prens biraz daha yükseğe uçmuş ve sonunda görmüş ağacı. Prens biraz daha hızlı uçmaya başlamış ve biraz alçalmaya karar vermiş. Daha önce hiç bu kadar hızlı uçmadığını da o an fark etmiş. Çok hızlı uçmak masmavi gökyüzünde... Prens olabildiğince ağacı takip ediyormuş. Fakat ağacın üzerinde bağlı olduğu tekerlekli kutu da çok hızlı gidiyormuş. Prens böyle olmayacağını anlamış ve hızlı bir şekilde uçarak ağacı yakalamış. Üstüne konmuş. Dalları arasında çantasını aramış ve sonunda bulmuş. Çantasını sırtına takmış ve tam uçacakken uçamadığını fark etmiş. Hem kanatlarında güç kalmamış hem de çantası diğer dallara takılmış. Prens, çantasıyla uğraşırken kutunun durduğunun farkına varmamış. Çantasını alamayacağını anlayınca tılsımını boynuna geçirmiş ve tüylerinin arasına saklamış. Tam uçacakken büyük ve sıcak iki el onu sıkıca kavramış. Prens çok korkuyormuş. İnsan onu dalların arasından çıkarmış. Prens’in kalbi çok hızlı çarpıyormuş. İnsan kahkahalarının arasında ‘ Hey John! Çok zengin olacağız adamım!’ diye bağırıyormuş. Prens korkudan düşünemiyormuş. Adamın ellerini gagalamaya başlamış. Bunu fark eden kirli sakallı, dişsiz adam Prens’i daha da sıkmış. Daha sonra da onu ahşaptan yapılan bir kafese koymuş. Prens, kaçmak için defalarca uçmaya çalışmış, kafesi kırmaya çalışmış ama hiçbirinde başarılı olamamış. En sonunda pes etmeye karar vermiş. Kirli camlardan kaybettiği tertemiz özgürlüğüne bakarken uyuyakalmış. Prens Chris yaptığı şeyin ne kadar yanlış olduğunu anlamış ve eğer eve dönebilirse bir daha asla kaçmayacağına dair kendine söz vermiş. Prens Chris rüyasında çok güzel şeyler görmüş. Evindeymiş ve her şey yolundaymış. O yine kendi ülkesinin gökyüzünde uçuyormuş. Kanatlarını o kadar hızlı çırpıyormuş ki kimse fark edemiyormuş onu. Kral olan babası bile.Prens’in rüyaları o kadar gerçekçiymiş ki Prens kurtulduğuna ve ülkesinde olduğuna inanmış. Fakat ertesi gün bir çocuğun oyuncağı olduğunda hepsinin zihninin bir oyunu olduğunu anlamış. Onu satın alan çocuk o kadar haylazmış ki sürekli Prens’in kanadını çekiyormuş. Bir gün Prens dayanamamış ve çocuğun elini gagalamış. Çocuk can havliyle kafesi çamura düşürmüş. Kafes düşünce kilidi açılmış ve prens çamurlu kanatlarıyla uçmaya başlamış. Yeniden özgürlüğüne kavuşmuş olmak onu o kadar mutlu etmiş ki. Yeniden evine kavuşacak olmanın verdiği mutlulukla kanat çırpmış. Neredeyse hiç dinlenmeden kanat çırpmaya devam etmiş. Yeniden uçarken o kadar güzel şeyler görmüş ki. Çok büyük yüreklere sahip olan insanlar görmüş mesela herkesi sevebilen ve her ortamı benimseyebilen. Çok insan görmüş ve de birbirinden farklı. Kimisi çocuklarmış kimisi büyüklermiş kimisi de büyük olup çocuk gibi davrananlarmış. Prens Chris, bu insanları izlemeyi çok sevmiş. Onların hareketlerini ve de. Daha da çok uçmuş. Az uçmuş uz uçmuş dere tepe düz uçmuş. Daha sonra kendi ülkesine varmış. Fakat ülkesi çok değişmiş. Savaş çıkmış sanki. Kimsecikler yokmuş. Prens saraya girmiş. Fakat sarayda da kimsecikler yokmuş. Majestelerinin odasına gitmiş. Her yer dağınık ve yıkıkmış. Prens korkmaya başlamış. Hemen Ulu Ağaç’a bakmış. Ülkesinin bayrağı yarıya indirilmiş.Korktuğu şey olmuş. Ülkesinde savaş çıkmış. Prens gelen yüksek ve korkutucu seslerle yerinde zıplamış. Hemen sığınağa doğru uçmaya başlamış. Fakat toz bulutundan hiçbir şey göremiyormuş. Biraz zor olsa da sonunda sığınağa varmış. Fakat ne Kral’ı ne de Kraliçe’yi bulamamış. En sonunda bir güvercin ona Kral ve Kraliçe’nin savaşta öldürüldüğünü söylemiş. Prens neye uğradığını şaşırmış. Bunların da zihninin bir oyunu olmasını istemiş. Fakat değilmiş. Her şey gerçekmiş. Prens daha da hırslanmış. Savaşın kimle olduğunu sormuş sinirle. Güvercinlerden biri de ‘devlerle’ demiş. –Rossalie titreyen sesine hakim olmaya çalışıyordu. Annesi aklına gelmişti. Ya bu savaştaki devler onu yerse? O zaman ne yapacaktı?- P...Prens Chris hemen siyah bir pelerin almış. Kanatlarındaki yorgunluğun gittiğini, yerine hırs-azim ve intikam duygularının geldiğini hissedebiliyormuş. Güvercinlere savaşmaları gerektiğini söylemiş. Ve özgürlükleri için savaşa başlamışlar. Fakat Prens’in atladığı bir sorun varmış. Güvercinler, Devlere karşı ne kadar başarılı olabilir? Güvercinlerin ne silahları ne de yeterli sayıda askerli varmış. Üstelik güç olarak zayıfmışlar. Fakat devler... Onlar devmiş sonuçta. Alınlarının ortasında tek gözü olan, kocaman, iri yapılı ve çok güçlü olan yaratıklarmış.Devler ve Güvercinler günlerce savaşmışlar. Güvercinlerin sayısı günden güne azalıyormuş. En sonunda ise sadece Prens ve üç beş güvecin hayatta kalmış. Prens dışındaki güvercinler başka bir yere göç etmek istemişler ve gitmişler. Hepsi gitmiş. Prens tek başına kalmış...” dedi Rossalie uyuyan kardeşini yatağa yatırarak. Kendini Prens Chris gibi hissediyordu. Yalnız ve güçsüz. Kardeşine baktı uzunca. Annesi aklına gelince hemen bir mum yakıp tek gözlü odada “ bir ihtimal” diye düşünerek annesini aradı. Ama yoktu işte. Rossalie etrafına bakınırken annesinin paltosunun hala yerinde olduğunu fark etmişti. Hatta tüm eşyalarının... Rossalie, kapının yanında duran masadaki kağıt parçasını daha yeni keşfediyordu. İçindeki korkunun yalan söylediğini ümit ederek kağıdı eline aldı. Annesi bir şiir yazmıştı. Kendisinin artık kimse olduğunu düşündüğünü kızına söylemektense satırlara anlatmıştı. Rossalie, annesinin elvedasını tekrar tekrar okudu. Hatta artık her satırı ezberlemişti. Yine de kabullenemiyordu. Ne oluyordu onun masalında? Güvercinler tek tek gidiyordu değil mi?... Kral zaten çoktan gitmişti. Şimdi de Kraliçe onları bırakmıştı. Rossalie kardeşine baktı yeniden. Şimdi ne yapacaktı? Kalıp savaşacak mıydı yoksa o da mı yalnız bırakacaktı Prens’i? Rossalie yatağına geçti. Babasının kitabını açtı. İlk defa ilk sayfaya dokunmadan ilerleyecekti hatta ilk defa okuyacaktı belki de. Rossalie, elindekinin bir kitap değil de bir defter olduğunu fark etti o an. Bir hazine bulmuştu. Bir umut ışığı belki de... Şimdi hayatın bir başka dalgasıydı belki de bu: Küçük bir sandalla okyanusta kalmak ve adına da “ Umut” demek...

Rossalie sayfaları hızla okuyordu. Babasının ona yazdığı bir defter. Bunca zamandır babasından kendisine kalan bir parça arıyorken elindeki hazineyi görememişti. Babası sayfalarca yazmıştı. Rossalie bir zaman sonra en büyük hazinesini güneşle ve habersiz gelen misafirleri, gözyaşlarıyla okumaya başlamıştı. Ne yapacağını bilemiyordu. Bilmek de istemiyordu aslında. Sadece bir köşeye kıvrılıp derince bir uykuya dalmak istiyordu ama bu imkansızdı. Bunun için zamanı yoktu. Defteri bitirdiğinde Rossalie’nin aklında halasına son satır yankılanıyordu. Sanki babası sürekli mırıldanıyordu o son cümleyi bir şarkı misali, “ İstediğin yere gitmeyi de bil güzel kızım. İnsanları sevmeyi de bil. Ama her şeyden önce ‘ kalbini genişletmeyi öğreneceksin.Geniş bir kalbin olduktan sonra her şey kolay olacak.İnsanın kalbi geniş olduktan sonra her yerde yaşayabilir.’”. Zihninde cevaplayamadığı sorular kim bilir hangi gerçekleri saklıyorlardı ondan! Rossalie ayağa kalktı ve küçük bir çanta hazırladı. İçine evde olan birkaç yiyecek ve kuru ekmek koydu. Annesinin paltosuna da baktı ve biraz para da buldu. Rossalie hemen Chris’i uyandırdı. Devler uyanmadan cüceler kaçmak zorundaydı. Chris mızmızlanarak uyandı ve hemen annesini sordu. Rosy, ne diyeceğini bilemez ve neşeyle karışık soruyu unutturmaya çalıştı Chris’e, “Chris, annem bizi biraz uzak ama çok güzel bir yerde bekliyormuş. Hadi kalk bakalım artık. Gidiyoruz.” dediği anda Chris yataktan fırladı neşeyle, “Voys! Oyuncatı da alıcam!” , “Tamam ama çabuk olmalıyız Chris.” Dedi Rosy ve kardeşini hazırlamaya başladı. Onun heyecanını gördükçe yaptığının doğruluğunu sorguluyordu. Fakat bunu yapmak zorunda olduğunu da biliyordu. Rossalie elini çabuk tutmak istiyordu. Devler uyanmadan önce... Sonunda çıkacaklardı evlerinden.Rossalie iç çekerek tek göz odalı evine baktı. Daha önce hiç terk etmeyi düşünmediği evini terk etmek zorundaydı şimdi. Derin bir iç çekti. Evinin kokusunu son kez içine çekmişti. İmkansız olmak zorunda mıydı geri dönmek?! Kapıyı yavaşça kapattı. Şimdi içeride kendisini, kardeşini, annesini ve babasını kilitlemişti. Ailesinin ve anılarının üzerini kilitledikten sonra güvercinler yuvadan uçmuştu. Peki anılarda kalacağı bu ev ne zaman yıkılacaktı? Ne zaman sadece bir beton yığını olacaktı? Rossalie ilk güvercinini düşündü. Kanadı kırık yavru bir kuştu sadece. Sevgiye ve bakıma muhtaçtı. Rosy ve Chris ona çok iyi biçimde bakmışlardı. Sonra o da uçup gitmişti. Gagasında kalp şeklinde siyah bir leke olan bu güvercin de anılarda kalmıştı... Chris’in anılarında. Kardeşinin elini daha da kuvvetle kavradı. O her zaman onun olacaktı. Kardeşini asla terk etmeyecekti Rossalie. Çünkü onu bu acımasız oyunda yalnız bırakmayacak kadar çok seviyordu. Chris’in ciyaklamasıyla Rossalie düşünce dalgalarından sıyrıldı. Chris dizlerini tutuyordu.

- Chris? İyi misin?

- Voys, çot yovuldum! Oyuncat da yovuldu!

- Chris... Şuan dinlenemeyiz .

- Ama Voys, sen beni hiç dinlemiyovsun! Yovuldum! Bu bacatlavla nasıl yüyüyeblivim ki? Uvu tanyım!

- Peki ne yapmamızı öneriyorsun bay çok bilmiş? Daha çok yolumuz var. Taa... Güvercin Kalesine kadar.

- Düveycin Talesi mi?! Ama Devlev? Bence onlayı hiç yahatsıvz etmeyelim Voys.. Sonuçta onlay tocaman ve bizi ezebilivlev. Ama... Eğev süpev tahvaman da bizle delivse belti didebiliviz. Ama o da delicet!

- Süper kahraman mı ? Masaldaki mi ?

- Evet! O da delsin!

- Hmm... Düşünmem lazım... Peki madem. O da bizi orda beklesin madem.

- Niye betliyov ti delsin buvaya. Bizi uçuvsun! Tuşlav dibi uçalım! Diye bağırmaya başlamıştı Chris kuş taklidi yaparak. O sırada Devleri uyandırdıklarının farkında değillerdi. Birkaç el silah sesi duyunca bir beton yığınına gizlendiler. Rossalie çok korkuyordu. Ya onları bulurlarsa? O zaman ne yapacaklardı?! Geç kalmışlardı! Biraz daha erken çıkmaları gerekiyordu! Chris elini ağzına bastırıp sesini alçaltmaya çalışıyordu. Rossalie ondan daha fazla korkmuş olan kardeşine sarıldı. Karanlık yığında biraz daha geriye gittiler. İşte o an tekerlekli devasa bir kutunun üstlerine geldiğini fark etti. Hemen Harabenin çöp yığının içine girdiler. Fakat yığın onları tamamen gizleyemiyordu. Rossalie kardeşini iyice kendisine bastırdı ve asla ama asla ses çıkartmamasını söyledi. Devasa kutu durdu ve içinden elinde silahlar olan birkaç asker indi. Birisi kirli sakallıydı ve yüzünde çok derin bir yara vardı. Diğeri uzun boyluydu, iriydi ve bir gözü yoktu. Chris de onları görünce korktu ve daha da sığındı ablasına. Adamlar harabeye girdiler. Ağızlarını yayarak bir şeyler konuşuyorlardı ve Rossalie’ nin bu adamlardan midesi bulanmıştı. Biran önce gitmek istiyordu buradan! Askerler etrafa baktılar. Gözü olmayan çöp yığınına yaklaşıyordu. Rossalie biran için onunla göz göze geldiğine yemin edebilirdi. Özellikle de sırıtmasındaki o hainliği gördükten sonra! Gözü olmayan askerin adı John’du. Çünkü Steve ona öyle sesleniyordu. İsimler hiç de yabancı gelmiyorlardı. Bir yerde okumuş muydu bu isimleri? Ya da duymuş muydu şu aralar ona yabancı olan birisinden?

John ve Steve arkalarını dönüp gidiyorlardı ki birinin hapşırma sesini duydular ve ellerindeki silahların tetiğini çektiler. Steve sırıtıyordu. Tam da onluk bir durumdu bu. Bir de, iki ya da üç tane velet çıkıyormuş şuradan nasıl da eğlenceli olurdu ama! Bir tanesi de kız oluyormuş! Ne de güzel bir ikramiye! Steve çocukları severdi. Hem de çok severdi. Sonuçta o da bir zamanlar iki çocuğa sahipti. Biri kızdı. Harika saçları ve hatları vardı. Diğeri de oğlandı. Tatlı mı tatlı yüzü vardı. Ama ikisine de bir zaman sonra yazık oldu. Karısını, o pis dedikoducu cadıyı öldürdükten sonra kızının tadına ilk o bakarak köle olarak satmıştı! Oğlunun ise yüzü gerçekten tatlıydı! Ama yanaklarındaki o bol etin tadını hiçbir şey tutamazdı! Steve kıkırdadı! Bu akşam ziyafet olması için dua etti! Silahlarını dağılmış çöp yığınına çevirdiler. Yığına tekme attılar ve bir şeye çarptılar. Steve ve John’un ağzındaki iğrenç tebessüm yüzlerine yayılmıştı. John tam nişan almışken Steve onu sessizce durdurdu. Ölü bir ziyafetin tadı olmazdı. John silahını indirdi. Steve çöp yığınına elini daldırdı ve ağır ama yumuşak olan bir şeyi yukarı çekti. Bir çanta mı ?! Bu kadar hayali bir çanta için mi kurmuştu! John’un yüzü asıldı. Steve okkalı bir küfür savurdu. John meraklı bir ifade yerleştirmişti yüzüne, “Bir çanta hapşıramayacağına göre...?” dedi ve ardından da aklındaki iğrençliklerinin yüzüne yansımış olan Steve ‘e baktı. Steve, “Hadi bulalım şunları ve patrona götürelim. Eminim o da çok sevinecektir!” dedi. Doğru ya patron bugün gelecekti! John ve Steve etrafı taradılar ama kimse yoktu. Arkalarını dönüp giderken John ilerde duran bir başka harabeye neden bakmadıklarını sorguladı kendi içinde. Fakat bunu Steve’e söylemedi. Orda duran ya da duranlar her kimse bu alçakların elinden kurtulmasını istiyordu. Steve’ in iğrençliklerle dolu olan geçmişini biliyordu. Eğer orada duran bir çocuksa ona kaçması için fırsat vermek istiyordu. Hala arkasına bakan ve bataklığından çıkamamış olan Steve’e baktı. “Steve, hadi!” dedi ve tanka doğru yürüdüler. O sırada John, diğer harabenin yakınlarında olan beyaz bir şey fark etti. Parıldıyordu. Sanki güneşten kopup yer yüzüne yanlışlıkla düşmüştü. Steve’in bunu fark etmemesini diledi. Sanki etrafa bakınıyormuş gibi devam etti. Fakat arkadan gelen çocuk sesini fark etmemesi imkansızdı. Çocuk sesi!

Rossalie ve Chris son anda kaçabilmişlerdi oradan. Eğer kaçarken Chris’in hapşırması olmasaydı o kadar uzun kalmayacaktı o adamlar orada. Nasıl ve hangi ara kaçtıklarını o da bilmiyordu. Sadece bir ses ona “Kaç!” diye bağırmıştı ve o da kardeşini kucağına alıp kaçmıştı. Biraz ileride olan bir başka harabeye sığınmışlardı. Oldukları yerden hem onları rahat görebiliyorlardı hem de saklanacak ya da kaçacak birçok olanak vardı. Fakat şimdi daha da kaçmak tehlikeli olabilirdi. Çünkü bu adamlar yapmamaları gereken hatayı kolluyorlardı. Rossalie saçma bir hata yüzünden kardeşini ya da hayatını kaybetmek istemiyordu. Rossalie iyice sarıldı kardeşine. Daha sonra Chris, farkında olmadığı bir anda kollarında sıyrıldı. Rossalie’nin kolundan çekiştiriyordu. Biraz ilerde baygın yatan Güvercin Prens Chris’i göstermek için.Fakat Rossalie ona bakmamıştı bile.Sadece gözlerini o saçma yıkık pencereden ayırmadan sessiz olmasını söylemişti. Chris güvercine baktı.Yorgun gibiydi. Kuş başını kaldırdığında Chris onun gagasıdaki lekeyi gördü.Onların güverciniydi! Chris , “Düvelcin!” diye bağırarak onun yanına gitti. Chris’in bağırmasını bir el atılan ateş sesi kesti. Rossalie dehşetle Chris’e baktı. Kanlar içindeki bedeni yerde hareketsizce yatıyordu. Adamlar bu tarafa doğru geliyorlardı. Rossalie kardeşinin yanına gittiğinde fark edebildi, elleri arasına aldığı gagası lekeli güvercini.Rossalie ne yapacağını bilmiyordu. Kardeşi... Chris... Bu olmamalıydı! Olamazdı da! Bu kadar ileri gidemezdi hayat! Bunu da yapamazdı. Chris’in kanlı başını elleri arasına aldı. Sarı saçlarına hiç yakışmamıştı kırmızı! Kendisini inanılmaz büyük bir boşlukta hissediyordu! Ona kalan tek hatıraya sahip çıkamamıştı! Hayata tutunma sebebi kendi aptallığı yüzünden ellerinden kayıp gitmişti! Gözyaşları ondan habersizce akıp gidiyordu sanki onu geri getirebileceklermiş gibi! Rossalie her şeyin bir kabus olmasını diledi defalarca ama hiçbir şey olmamıştı! Biri onu karanlık bir odaya kilitlemişti sanki! Kardeşini...Canın diğer parçasını da almışlardı elinden! Rossalie, Chris’in cansız bedenine sıkıca sarıldı hıçkıra hıçkıra ağlayarak... Sarılması gereken anda sarılması gerektiği gibi sıkıca! O kadar sıkı bastırıyordu ki onun minik bedenini... O kadar çok istiyordu ki onu geri! Annesini, babasını hatta güvercinlerini istemediği kadar çok! Ona doğrultulan silahı hiç umursamadan ağlamasına devam etmişti.Tetik sesi bile hıçkırıklarıyla bir olup kaybolmuştu. Devler kazanmıştı! Prens gitmişti... Cüceler yine ezilmişti onların ayakları altında! Rossalie ayağa kalktı. Kızarmış gözleriyle Steve ve John’a baktı. Bu bakışlarda ne yalvarma vardı ne de umut... Sadece yeni aşılanmış nefret vardı. Rossalie mırıldanmaya başlamıştı. Kalbi küçük olduğu için babasından özür dilemişti. Babasının adını da söylemişti o an. Adamlar ismi duyunca gözlerini açıp Rossalie bakmışlardı.Ardından da küçük cesede. Daha sonra elbette ki birbirlerinin günahlı yüzlerine de! Patron?

Rossalie onun bu aptal anından faydalanarak birinin silahını aldı hemen alinden.Aptal olanın silahını almıştı! Kardeşini öldüren silah! Silahı onlara doğrulttu. “Süper kahraman yetişememişti. Devler Prens Chris’i yakalamışlar ve hapis etmişlerdi. Fakat Prens bir yolunu bulup kaçmıştı. Yolda yardıma muhtaç bir insan görene kadar uçmuştu. Kanatları onu bilmeden de olsa insanların diyarına getirmişti! Kötü insanların diyarına...” , “Kes şunu seni küçük f...” dedi Steve fakat Rossalie onu duymamış gibi devam etti masalına. “Bir çocuk dizleri üstüne çökmüş ağlıyormuş. Prens etrafına bakmış ama kimsecikler yokmuş. Süper kahraman bile... Prens hemen onun önüne konmuş. Fakat çocuk onu görmezden gelmiş.Prens biraz daha yanaşmış ve aniden iki küçük el onu sıkıca kavramış! O kadar çok sıkıyormuş ki bu iki minik el, Prens bir türlü nefes alamıyormuş!...”, “O silahı bize verirsen kimseye zarar vermeden , gitmene izin vereceğim!” dedi John çaresizce. Fakat Rossalie babasının bölükte en güvendiği askerini de dinlemedi ve devam etti, “ Bir zaman sonra Prens’in altın rengi gagasından ince bir yol halinde kan sızmaya başlamış. Artık dünya bile kararmaya başlamış. Kar beyazı kanatları çırpınmayı bırakmış...Daha sonra çocuk onu gelen arabanın altına atmış.Beyaz saçlı ve gözlüklü adam her ne kadar son anda durmaya çalışsa da Prens’in kanlı vücudu artık o tekerleklerin altındaymış...Bazen en büyük kahramanlar bile katil olabiliyor Chris... Annemi daha iyi anladım Chris...” dedi Rossalie ve silahı kafasına dayadı.Tam Chris’in vurulduğu noktaya. “Ben hiçkimseyim! Sen kimsin? Sen de mi hiç....” o anlayamadığı şiiri bitiremeden bir el silah sesi daha duyulmuştu. Rossalie’nin narin ve ince vücudu kardeşinin küçük bedeni yanına kıvrılmıştı... Chris’in elindeki güvercin canlanıp uçuvermişti süper kahramanın yanı başına... Evet artık onlardan bir çift vardı ama sakın söylemeyin yoksa reklam etmek isteyebilirler onları...Zaten ne kadar da zordu “biri” olmak...