Bir Çapkın Dilenci

 

     Bir çapkın dilenci vardı ne istediğini bilmeyen. Gecenin kanatlarına saklanmaktı en büyük marifeti. Bir de dans ederdi rüzgarın uğultusuyla. Bıraksan dalgaların koynuna girer, sonra onlarla birlikte kıyıya vururdu. İşte o zaman dilencinin bir marifeti daha olurdu.

     Bir dilenciye göre fazla uyumluydu. Mavi pantolonu varsa üzerine hâki ceketini giyerdi. Çünkü hâki, maviyi  görmeye izin vermeyen yamalarının rengiydi. Ayakkabıları ve fötr şapkası “beyaz giyer kış günü” absürtlüğünü üzerinde taşıma şerefine nâil olamadan eskimişti. Soğuktan poşet sesiyle yankılanırdı kayıkhane. Bütün uğraşı ayakları ıslanmasın diye. Kış bir türlü geçmezdi de baharın nasıl geçtiğini anlamazdı çapkınlığından. Sanırdı ki, herkes ona aşık, İstanbul bile. Burda doğup büyümüştü. Ne de olsa o bir kenar mahalle çocuğuydu. Az gizlenmemişti kuytu köşelere, annesi için aktardan ıhlamur ve kış çaylarını çalarken. Onun için aşk, ıhlamur kokusunda kaybolmaktı. Her ne kadar hayatta tutamasa da annesini, hala çapkın dilenciyi ayakta tutan biri vardı. Az camide yatmamıştı. Erken gelen cemaatin yüzü suyu hürmetine kıldığı sabah namazları şükürden sayılırdı herhalde. Neyse, çapkın dilenciydi bizimkisi maziperest değil hayalperestti. Her şeyini alsalar bile hayalleri olmadan yaşayamayanlardan, paranın peşinden değil de hayallerinin peşinde koşan dilencilerdendi. Bence eşsizdi ki zaten çapkın, “çok koşan” demek değil miydi, öyleydi.

     Tek dileği annesi gibi doğduğu şehirde, İstanbul’da ölmekti. Yıldızların gökyüzünde onun için dans ettiği bir gecede ya da Kız Kulesi'ne karşı cesaretine hayran kaldığı bir ip cambazı tedirginliğinde yürürken, Marmara'nın sularına gömülmek istemenin nesi kötüydü ki?