Dosyalar tamam! Sıralamaları, imzalar, notlar bunlar da hazır. Şirketin bir haftalık raporlarını müdüre sunmak için her şey yerli yerindeydi. Kapısının önünde kalem ucu kadar dar bir süre bekleyip mekânına iştirak etmiştim. Mavi, tertemiz bir ceket, bir süt kadar beyaz bir gömlek, akrep ile yelkovanın siyah, kadranı ateş kırmızısı bir saat ile karşılıyordu beni. Bakışlarını bana çevirip elini açık bırakarak ver şu dosyaları şeklinde bir tavır takınan müdüre olabildiğince sakin bir tavırla uzatıyordum raporları.Dosyaların içini çok aç olup da bir anda önüne İskender konmuş müşteri gibi inceliyordu nüshaları. Okuyor, beyninin ince koridorlarında bazı yorumlamaları yapıyor, düşünüyor ve kontrol ediyordu. Bunları yaparken yeni getirilen sıcak lattesini yudumlamayı da esirgemiyordu. Sütlü köpükler, siyah bıyığın üstüne yuva yapmıştı. Kafeinin tadı iyi gelmişe benziyordu. Benziyordu diyorum çünkü bir anda gözleri yerinden çıkacakmış gibi bakışlarını önce dosyaya, sonra bana yönelterek (Sadece bunu yapmakla kalmadı) Üstüne ağır, mavi dosyaları suratıma atarak –Adam gibi iş yapın ulan diyerek, sadece bunu söylemedi kendisi, diğer öğeleri aktarmıyorum. Bunun sonucunda odadan kovulmayı da ihmal etmemiştim.
Anlamıyorum kardeşim, bu salakları niye çalıştırdığımı? Sürekli bir tembellik, sürekli bir pişkinlik, sürekli bir saygısızlık! İnsan, bunları gördükçe kusası geliyor. Rapor getiriyorlar, raporda ucuz çalıştırdığımız işçilerin ücretleri olduğu rakam gibi yapıp, bizi devletle ters düşürmeye çalışıyorlar. Bir günde aklınızı çalıştırarak iş yapın. Her şeyi olduğu gibi göstermek zorunda değilsiniz. Biraz rakamlarla oynamayı bilin. Ama nerede! Bunlara rakamlarla oynayın desem, bunlar bana –Rakamlar oyuncak mı? Der. Beyinlerinde lopları eksik çalışanlar. Doğru düzgün giyinemiyorlar bile. Koca bir yılı bir takım elbise, on gömlek, altı kravatla geçiriyorlar. Çok ilginç. İç sesimle konuşurken kapının ‘tık tık’ sesleriyle kendime geliyorum. İnce tiz bir ses –Gelebilir miyim? Diye soruyor. Kendime gelmiş bir biçimde –Girin diyorum. Deri montlu, pembe tonlarla örülmüş bir şapkalı genç kız içeride buluyor kendisini. Göz göze geldiğimiz anda ağzındaki baklayı çıkarmaya başlıyor –Efendim, müsait miydiniz? –Müsaidim. Soruyu sorarken gözlerinde kalan ışık, yuvasından çıkmıştı. –Müdür bey, yeni iş görüşmesi için gelmiştim. Sekreter alacaktım. Önceki sekreterim bana saygısızlık edince ben de kovdum onu. Bu kızı gözüm pek tutmamıştı ama neyse diyerek başladım mülakata.
Kıpkırmızı rengiyle uzaktan ne kadar da güzel gözüküyordu. Rıfat ağabeyinin tavşankanını önüme koymasıyla başlıyoruz kestane tadında muhabbete –Oktay, sen de bir durağanlık var. Bugün şekersiz çaya benziyorsun. –Ağabey, o zaman iyi gözüküyor. Çünkü şekersiz çayın tadı güzel olur. Kaşlarıyla itiraz edeceğinin sinyalini vererek –Hayır. O sizin gibiler için geçerli. Çay yoldaşsız olmaz. Kırmızının şekere sırtını dayamasıyla bu eşsiz içecek ortaya çıkar. Aslında sen de itiraf ettin. Moralinin bozuk olduğunu. Rıfat ağabey ne demek istiyorsun sorulu bakışlarımı yollamıştım bile. Bu uyarıyı dikkate alan ağabeyim devam ediyordu şekerli sözlerine –Daha demin gözüküyor demedin mi? Yani, moralim iyi gözüküyor. –Evet, dedim ama doğru. Yakaladın beni Rıfat ağabey. –Doğru öyle dedim. Kelimelerinin geçişine izin vermeyen gümrük memuru gibi –Hiç, eveleyip, geveleme. Anlat bakalım. Yalçın’ın yaptıklarını uzun uzun anlattım. Rıfat ağabey büyük bir iç çekerek –Anlamıyorum be Oktay. Neden bu kadar kindar ve hırslı bir şekilde çalışıyor. Anlam veremiyorum. Yunus Emre’yi hiç okumamış herhalde “Dünya yalan kardeşim. Dünya yalan. Var mı yalan dünyada baki kalan. Mal da yalan mülk de yalan. Var biraz da sen oyalan.” Diyor. Yalçın’ın bu oyalanması inşallah kısa sürer. Ben de inşallah diyerek, daha fazla dedikodu yapmadan odama gidip düzeltmem gereken dosyalarımın yanına çıkıyordum. Rıfat ağabeye artık şekersiz çay içmesini önererek ayrılmıştım çay ocağından. Asansörün aşağıya indiğini görünce hissettiğim küçük mutluluk gezegene bedel doğrusu. Asansör zemin kata indiğinde pembe şapkalı, deri montlu bir bayan hüngür hüngür ağlayarak üstüme hızlı ve büyük adımlar atarak gelip, çarpıyor ve bu kısa süre içerisinde kendisini kapatan asansörün üstüne düşüyor. Gayet beyefendi bir tavırla –Hanımefendi iyi misiniz? Deyip kaldırıyorum ama hiç cevap vermeden uzaklaşıyordu. Bazen insanları yalnız bırakmam gerektiğini düşünerek kaldığım yerden devam ederek dosyalarımın başına gidiyordum.
–Alo! Rıfat, bana çabuk lattemi getir. Sinirimden sert bir şekilde telefonu çarpıyorum. Bunları bana parayla mı yolluyorlar? Vay efendim, üç dil biliyormuş da. Okulunu ikincilikte bitirmişte. Profesyonellik soyadıymış da. Laflara bak, laflara. Kendini beğenmiş. Ben senin kadar, dil bilmiyorum, okulumu ne ikincilikle ne de birincilikle bitirdim. Ama senden daha üst kademeye geldim. Benim elemanım, benden daha iyi dereceyle okulu bitiremez, benden daha çok dil bilemez, benden daha çok kendini beğenemez. Bayan küstah! –Haklısın. Sesli düşünmenin dezavantajlarından biri de mahrem düşüncelerinize başkalarının burnunu sokması oluyordu. –Tabi ki de haklıyım. Rıfat, kendisini beğenmiş bir şekilde gözlerime bakarak kahveyi uzatıyordu ama sessiz kalmayı tercih etmiyordu –Evet, haklısın. Sütlü kahveni iç de haklılığını kutla. Bu benimle dalga mı geçiyor. Yok ya, bu benimle dalga geçemeyecek kadar saygılı. –Teşekkür ederim Rıfat. Çıkarken kapıyı kapatırsan sevinirim. –Kapısız evden çıkmadık ya bay küstah. Ne dedi bu? –Anlamadım. –Hiç! Kolay gelsin dedim.
A dosyası tamam, B dosyası tamam, C,D,E,F de tamam! Şimdi müdüre götürmenin vakti geldi. Tekrar tekrar kontrol edip müdürün kapısının yollarını aşınmaya başlamıştım. Dosyaları götürürken Rıfat ağabey ile karşılaştım. Beni görünce –Senin ki rahatlıyor deyip, sırtıma vurarak köpüklü bıyıkların arasına gönderiyordu. Sıradan kapı sahnesini uygulayıp, ceketinin yokluğunda ak sütünden daha beyaz olacağını iddia eden gömleğiyle karşılıyordu beni. Ellerini açıp, parmaklarıyla hadi getir şu dosyaları diyerek uzatıyordum dokümanları. Üç gün önce aldığı büyük çerçeveli, merceklerin kenarlarını sarı renklerin donattığı estetik gözlüğüyle nüshaları tek tek inceliyordu. Kaşlarını çattı, renkli gözlerini sayfanın bir sağına bir soluna çevirdi, yazılanları tarttı, dengelerin dengesizliğinde yorumladı. Bu uzun süre zarfında hiç otur demeden asırlık ağaç gibi dikmişti beni bulunduğum yere. Estetik gözlüklerini çıkarıp, renkli gözlerini suratıma dikerek –Şimdi olmuş. Ama seni tebrik etmeyeceğim. Yapman gerekeni geç yaptın. Kendimi bir kez daha kutluyorum. Ben olmasam siz bu şirketten nasıl para kazanacaksınız. Geri kalan diyalogları söylemiyorum bile. Bir torba lafın ardından nüshaları imzalayıp, dosyaları alıp günü bitirdiğimizin güzel hissiyatıyla tam odadan ayrılacak iken, soğuk bir ses sırtımı buz kesmeye yetiyordu –Oktay, bugün fazla mesaiye kalıyoruz. Niye deyip sorma, haftaya olacak ihaleye şimdiden çalışmamız lazım. Söyleyecek tek bir kelime bile bulamıyordum. Odadan çıkar çıkmaz bademimi arayıp akşam eve gelemeyeceğimi söylemeliydim.
Kendime bugün ne parti versem acaba? Pizza hayır çok kaşarlı, lahmacun hayır çok acı, İskender hayır çok soslu, buldum. Beynimin üstünde flora sanlar yanmıştı bile. Tabi ki de sushi. Japon mutfağının eşsiz lezzeti. Evet, bir balığa şimdiki kadar ihtiyacım olmamıştı. Hemen bizim ustayı arayayım da getirsin. Dur ya hatta Oktay’a da sorayım. Belki o da yer. Yok ya, o ne yiyecek ne anlar sushiden. Sen hak ettin bunu Yalçın. Başkası değil. Sen beyinsin, senin daha fazla omegaya ihtiyacın var. Diyerek Japon mutfağının uzaklığını bir telefonun ötesinde bekliyordum.
Son yudumun tadı da bir başka oluyor doğrusu. Tavşankanının geceyi bekleyen en iyi yoldaş olduğunu söylersek sürç-i lisan etmeyiz herhalde. Bu geceye son yudumları bandıra bandıra tanyerinin ağarmasını sıyıracağız. Gecenin zifir karanlığından bembeyaz sayfaların rakamlarla dolu salonuna misafir olmuştum. Sayıların jimnastiğinde dengeleri nasıl ayarlayabilirim? Dosyalar, nüshalar, A4 beyaz kâğıtlar, bitmek bilmeyen tükenmez kalemler. Bilgisayarın içindeki rakamlar, bir türlü uyuşmuyordu. Acaba nereden eksiltip, nereden çıkartsak. Dur bakalım, A’yı eksiltip, D’yi artırsak, Hayır! C’yi artırıp, D’den kısalım o da değil. F’den eksiltip, E’yi artıralım, hayır bu da değil. Avuçlarımı terleyen alnıma yerleştirmiş bir biçimde rakamların koridorlarında gezerken bembeyaz bir ışık gözüme çarpıyordu. Bademim! Gülen gözleriyle –Evet, ben Bademin. Tek kaldığınızı öğrenince sana nasıl yardımcı olabilirim acaba diyerek bir anda kendimi senin yanında buldum. Bu arada açlığın insanın azmini körükleyeceğini düşünerek birkaç çalışma yaptım. Ne zaman birkaç çalışma yapsa işte o zaman hayatımın en güzel duyguları midemden salgılanmaya başlar. Beyaz poşetini masamın önündeki sehpaya koyup içindeki çalışmaları bir bir koyuyordu kahverengi marangoz emeğine. Plastik kapların içinde en sevdiklerim. Kuru, pilav, turşu. İnsan daha ne isteyebilir be kardeşim.
Çubuklarla olan savaşımdan galip çıkan çubuklar olup, balıkları bir bir ellerimle mideye indirmiştim. Mideme öküz oturmuş gibi hissediyordum. Üstüme çok büyük bir ağırlık çökmüştü sanki. Kimse de aramıyor. Gecenin bir körü olmuş Yalçın, kim arar bizi bu saatte. Neyse, televizyonu açayım bari. Bakalım ne varmış? Kurunun vermiş olduğu tat, pilavın eşsiz partnerliğinde mide festivalim başlamıştı bile. Bademim bülbül sesiyle –Oktay, sana küçük bir sürprizim var. Sürpriz mi? Aha! Şimdi de kaymaklı kadayıf yaptıysa yemede yanında yat! Oh! –Oktay! Oktay! Oktay diyorum. Kaymakların arasından bademimin sitemleri arasına kaymıştım. –Dinliyor musun sen beni? Müthiş bir refleksle –Kulağım hep sende hayatım. Diyorum ve başlıyorum kelimelerin dansına. Böyle dediğime bakmayın konuşacak zannederken siyah çantasından eski bir kitap mı defter mi desem bir obje çıkardı ve –Bak ne buldum? Kahverengimsi, biraz yıpranmış, kapağı azıcık yırtılmış bir defter. Bir saniye bu defter, eski günlüğümüz. Evet, eski günlüğümüz. Şaşkınlığımı merak eden bademim –Tanıdık geldi herhalde? –Oldukça tanıdık geldi. Nereden buldun bunu? Sözlüye çalışmış öğrenci gibi cevabı hazırdı –Kilerden çıkarttım. Aradığım bir eşya vardı. Onu bulamadım bunu buldum. Sana özeldir diye de hiç açmadım. Saygının mesafesini en çok insanın eşi bilmeli. Yüce Allah’a şükürler olsun ki bana öyle güzel bir eş nasip etmiş ki saygının mesafesini bile kendisine öğretebilecek kadar hanımefendi. Duygularımın tınılarıyla gözlerinin içine söylüyordum bu cümleyi –Teşekkür ederim.
Bence söylediğin şarkıyla ses rengin uyuşmamış. Yani biraz daha yakın bir parça seçebilirdin. Bizim sorunlarımız eğitim beyefendi. Eğitimsizlik medeniyetlerin en büyük yokluğudur. Ahmet aldı, sağdan attı soldan geçti şimdi Bekir’e verdi. Bekir, Selim’i kenara çekti aç ortayı açtı vur kafayı hayır dışarıya attı. Nasıl attın bunu dışarıya Ahmet? Kırmızı tuşa basarak ses israfını kapatıyordum. Bu nedir yahu? Biz nelerle uğraşıyoruz insanlar nelerle uğraşıyor? Bu gece canım sıkılacağa benziyor. Ne yapsak, kitap mı okusam? Ben kitap okumam ki. Bir şeyler yazayım. Onu da beceremem. En iyisi bir kantine ineyim derken telefonumun alarmlı sesiyle açıyordum arayan numarayı –Alo! Evet, Ahmet Bey. İyiyim siz nasılsınız? Çok iyi. Hayır, biz çoktan hazırız. Siz? Şaşırmadım doğrusu. Zaten almama gibi bir şansımız yok. Evet, tekrar görüşürüz. Hoşça kalın. Sünepe, gelmiş bir de beni küçümsüyor. Haftaya çarşambayı iple çekiyorum. Göstereceğim size. Bizim Oktay ne yaptı ki bu arada? Dur bir arayım şunu. Bir, iki, üç, dört aç be kardeşim. Açmıyor. İlginç. Gidip bir bakayım. Bomboş şirket koridorlarında sadece kendi ayak seslerimi duymak bile bana güven veriyor. Odaya biraz sert bir yüz ifadesi ile giriyorum ama nafile. Oktay, masanın üstüne sızmış bir şekilde aynı zamanda horultularıyla odaya senfoni sunuyordu. Eylül? Eylül de gelmiş. Koltuğa sızmış o da. Bakalım ne iş yapmış bizimki. Masanın önü Çarşamba pazarına dönmüştü. Ama ufak bir detay dikkatimden kaçmamıştı. Biraz yıpranmış, azıcık üstü yırtılmış bir defter. Bu defter, bana bir yerden tanıdık geliyor. Nereden, nereden? Bir saniye! Evet, bu bizim günlüğümüz. Böbreklerimden salgıladığım adrenalin bezlerinin salgısıyla heyecanımın ölçüsünün bile ölçülemeyecek kadar derin olduğunu söylememe gerek yok. Yırtık defteri elime aldığımdaki sevinç ancak gözyaşlarımla anlatılabilirdi. Tarih kokan sayfaları bir bir çeviriyordum. İnsan bu defteri eline alınca otuz yıl önceye geri dönüyor. Tanıdık bir sayfaya rastlıyordum
Paylaşmak ne güzel değil mi?
Faniliğin anlamlaşmasındaki en güzel kitap
Sahteliğin bile sahtelikten utandığı bir ayraç
Sevgi ile paylaşımın karmaşası
Hayatın ahenk damarı
Bir avuç toprağın manası
Bir tutam hayatın kendisi
Güzel kardeşim Oktay’a.
1985’in sarı yapraklı günlerinden Yalçın
Bu yazıya 0 yorum yapıldı.
Hey Sen! Hadi yorum yap...
Cevap yazdığın kullanıcı: Fatih Emre