Hâyâl Meyâl


     “Hayatın iki saati, iki sayfa yazıdan daha iyidir demeyin; yazı daha yoksul ama daha açıktır.”

                                                                                                                                                                     F. KAFKA

 
     “Ne dersen de,biz ayrı dünyaların insanıyız. Ben İstanbulsam sen daha vapur yüzü görmemiş,kendini martılarla beraber rüzgâra bırakmanın ne demek olduğunu bilmeyen cahil cühelânın tekisin. Ben bulutsam sen mârifet ondaymış gibi üzerinden edebiyat yapılan yağmurdan hiç nasibini alamamış ağaç kavuğusun. Körsün, ahmaksın…”

     Başka ne yazılabilirdi ki, hâyâllerine izinsin girip "eyvallah" demeden, arkasına bakmaya tenezzül etmeyip gidene? “Keşke hayatıma girseydi belki o zaman gittiğini kabullenmek zor olmazdı” dedi içinden. Pencereyi açtı oturduğu yerden ve avazı çıktığı kadar bağırmak istedi: “Aptalım, aptalım ben!”. Sanmayın ki aklından zoru vardı, deliydi. İstanbul aptal görsündü tek istediği. Efkârlanmıştı yine…hislerine tercüman olmak yerine, efkârına tuz biber olmayı yeğlemişti bu şehir. Değil miydi ki, gönüle düşen kor bir tek burada harlanır ve yine burada sönerdi. Sönmek istemeyen yanıp da gelmemeliydi. Biraz da Beşiktaş vapuruna binip tanışma faslını geçerek aslolana doğru yol alacak kadar câhil cesaretine sahip olmak gerekirdi, ne de olsa vapura nereden bindiğin önemli değildi.“Neyse, İstanbul deyince başım döner benim…”Son satırıda yazıp siyah kaplı defteri kapattı Milena. Defter neden siyah, adı neden Milena orası muammâ…tek gerçek İstanbul zirâ.

     En sevdiği defteriydi sabah akşam ona eşlik eden. Gece gibi siyah, yıldızların kaydığını göremeyecek kadar zifiri karanlık, belki de kör bir kuyuya dalalet eden rengiydi onu câzip kılan. Gelin görün ki, tek sahip olduğu şeyin, daha yüzünü bile yıkamadan sinir küpü olduğuna şahit tutulması da rutin bir hâl almıştı. Gün doğmadan neler doğar diyenlere inat, pencereden seyredip içlerine girmedi bugün de hayallerinin. Her sabah olduğu gibi bu sabahta çayın fokurdayışına şahit olamayacağını bile bile, merdivenlerden inerken hafif sağa meyilli “günaydın umut” çerçevesini düzeltmeyi ihmal etmedi. Ümidinin gözlerinde boğulmasının yoktu ihtimali. Ne de olsa gözleri değil saçları maviydi. Annesi için ise iki yıl önce virajı alamayıp en az beş takla atan arabanın şöför koltuğunda can veren 24 yaşındaki oğluydu “Ümit”. Zira ölüm Azral’in en güzel huyu değil miydi, öyleydi. Milena o günden sonra annesini de kaybetti ve ilk o zaman üvey olduğunu iliklerine kadar hissetti. Aklına mukayet olamamanın verdiği canhıraşâne krizler yüzünden huzur denen şeyi mumla arar oldu. “Sâhi huzur neydi?” deyip acıyı hafifletmeyen, üstelik klişeden öteye geçemediğim bir dünya çizmek istemem hayalinizde lâkin kimse, annesi yaşayan bir ölüden farksızmış gibi bir hayatı istemezdi. Annesi “Ümit”ini kaybetmişti, o da annesini. Dolaylı yoldan da olsa havf-reca dengesi alt üst olan yine Milena, yine Milena’nın uçsuz bucaksız denizleri andırmaktan fersah fersah uzak kahverengi gözleri…

     Milena’nın gözleri…aynalarla barışık olmayan birinin gözleri nasıl kalbinin aynası olabilirdi ki? Girince aynalar koridoruna adım adım ölüme gidiyordu sanki. Madem öyle; içinde sonsuzluk hissini uyandıran ve bir türlü somutlaştıramadığı şeyin, O’nu şehrin kilitlenen trafiğinden daha fazla sinirlendirmesine ne demeli? Sanki saçlarının vurdum duymaz buklelerini düzene sokmak, sonlu bir hayattan sonsuz mutluluk beklemekten daha efdaldi. Annesi bile anlamadı Milenayı, anlayamazdı da. Çünkü canını, çocuğunu kaybetmekle; yaşadığı halde hem anneyi, öldüğü halde her gün rüyalarına girip “neredeydin” diye soran bir kardeşi kaybetmek aynı kefeye konamazdı. Ne ifade kalmıştı yüze vuracak, ne de hayattaydı annesinin bitanesi. Yerin dibine batması gereken bişey varsa o da şarkıların sözleriydi. Beste mi? O da aslında Milena’nın gerçek ismiydi. Güftesi O’na bu hayatı bahşedene ait, naz makamında bir hüviyete sahipti. Uzaktan bakınca, balonlar kadar rengarenk bir hayatın içinden denize düşmüşte yılana sarılmış gibi bir hâli vardı. Değil bi’ kızı olursa adını hâyâl koymak, kurmaya başladığı anda tepesinden aşağı saksı düşmesi için kurulu bir mekanizmaya o kadar ihtiyacı vardı ki. Canı yanmıştı bir kere. Cansız bedenlere zamanı gelince fer verecek olan Rabb'ine sığınmaktan başka çaresi yoktu. Zaten sözleri unutulmuş bir bestenin güfteden başka kimsesi olmazdı, olamazdı,olmamalıydı.

     Bu kadar şeyi neden yaşamıştı ya da neden her şey onun başına geliyordu, sorgulamadı. Çünkü başına ne geldiyse afilli cümlelere karşı meyilinden gelmişti. Bu yüzden kimseyi suçlamak haddine düşmezdi.


“Sevgiler biriktirdik, kan doldu bedenlerde

Boşluk dolduran hakiki sevmeler…”

Cemal süreya için en uzun kelime ‘sevmek’ti belki ama Milena için: “Gel de o sevgileri biriktir. Bak bakalım o zaman sevmek mi daha uzun gelir, sevgileri biriktirmek mi?” Kendince korkusuz ve haklı sebeplere sahip olmanın verdiği hazla, mağrur nefsi bir parça daha etrafa gururla gülümsedi. Ama bir dakika, o boşluklar da neyin nesiydi? Sadece hakiki sevmekle dolacak gözenekler miydi kalbin en ücra köşelerine saklanmış. Salt sevgiler biriktirince bile insan dolduğunu nasıl anlarmış?


“Kimi zaman bir demli çaydan,

Bir tatlı rüyadan

Yâhut boş muhabbetten doldurduk,

Dolmaz denen bedenin en ücra kâidelerini.”

Ne büyük tezat! Boş muhabbete çay bile dayanamayıp acırken, sevgiden söz etmek aptalca olurdu. Hakkaten sevenin lâf-ı güzafla işi olmaz; ne idüğü belirsiz lafları ağzına sakız yapıp, ömrü hayatını boş lakırdılarla geçirenle de bir bardak çay içilmezdi. Rûya mı, onunla da amel edilmezdi ki…


“Açlık ona yaraşıyordu da,

Her açlığın bir sevgiyi arzulayışı vardı.

Gülün bülbül ile muhabbetinden geliyordu

Belki de açılmamış bir kozanın,

Beyaz, parlak ve pamuk teninden…”

Ne kadar da gözünde büyütmüştü. O kadar ulaşılamaz ve büyüleyiciydi ki, ne yazsa önemsizleşir, değerini kaybederdi. Bu satırlar yüzünden yeri gelir yazdıklarına şiir demeye bin şahit arardı. Paha biçemediği afilli cümleler yüzünden kendi gözünde değeri beş paralık olmuştu. Sevgiye aç,aşka susamış olması nasıl da gözünü kör etmişti. Şimdi Kafka’nın Milenası'ndan da kötü hissediyordu kendini. Artık O da sokaklarda huzur buluyordu belki fakat adı kadar emindi ki; bu yıkıma bu enkâza sebep olan, saatin zembereğinin izin verdiği ölçüde huzurluydu. Çünkü tek gerçek, zamanı göstermek zorunda olduğuydu.


“Geliyordu elbet bir yerden, bir Cân’dan

Peki ya bekliyor muyduk o mukaddesi,

Ya da biz ona şaşar mıydık, o mu bize beşerdi?

Mühim miydi bunca soru,

Sadece sevmek yetmez miydi?

Sevmenin bizâtihi kendisi gibi sevmek…”

Milena  bu şiiri her okuduğunda, bir hüzün çökerdi omzuna. Beklenmedik bir anda gelen yağmur bulutlarını savuşturmaktan başka bir şey gelmezdi elinden. Kalbini yerinden söküp atası gelirdi. Yine ölümü ensesinde hissettiği bir gün, kara kaplı defter bir daha açılmamak üzere kapandı. Zirâ ziyaret saati yaklaşmıştı. Annesini görmek, üvey evlat muamelesi görmekten bin kat daha iyiydi. Belki deliydi ama olsundu. Milena da deli, fazlaca doluydu. Annesinin yanında unuturdu hayatın debdebesini, keşmekeşliğini…bu şiir ise hâyâllerini çalan konuk oyuncudan ödünç (ç)alınmış satırlardan başka bir şey değildi.