Soluklarım, notalara karıştıkça, kendime olan farkındalığımla işlenmekteyim. İlmik, ilmik yüreğime dikiyorum notaların uyumunu. Odun ateşinde demlenen çayın terbiyesine bürünmeyi arzuluyorum. Hayallerimin kaptanlığında seyahat etmekteyim ucu bucağı olmayan hava kütlesinde. Sabrın, talebeliğine talibim. Terbiyenin öğretisi, sabrın azgın deryasında soluk alabilmeye bağlı. Nefes aldıkça, öğreniyorsun demektir. Yaşadıkça acizliğinin farkına varmak fiiline mazhar olmaya başlamışsındır. Çünkü yaşlılık Allah’ın bize sunduğu büyük bir nimettir. Beyazlayan saçlar, terbiyenin öğretisinin öğrenciliğinde devam ettiğini gösterir. Öğrenciliğin sonu olmayan bölümü edep ahlakının içeriğidir. Herkes insan olarak doğar, ancak hepimiz insan olarak yaşayamıyoruz. İnsan olabilmek başlı başına bir sanattır. Sanatın en sevdiğim yanı, nefesimin yettiği ölçüde gönüllere dokunabilmektir. Ahlakın temsili neyin, nefeslerle yüreğe giden bereketli yolculuğunda, gönül eğlendirmeyi değil, gönlü terbiye etmeyi öğrenirsek işte o zaman dünyanın murat yönünü görmüş oluruz. Gönlü eğlendirme dehlizlerinde, karanlıklar silsilesi içinde adımlarımızı bile zar zor görüyorken, başka yüreklerden bir aydınlık çalmaya çalışan bir yolculuktan, parıltıların huzmelerinde başkalarına bir el uzatma serüveninde arşınlamak niyetiyle nefeslenelim neyin içsel notalarında. Ruhumun, sesiyle çalıyordum ilahiyi. Kulluğumun farkında lığında aydınlanıyordum, solukların notalarla kardeşliğinde. Ancak, bir ses nefesimin, yüreğimin, ruhumun dengesi sarsıyordu –Ali ağabey! Tebessümlerim, güllerin açtığı gibi açmıştı yüzümde. Bizim Fatih. Sanat evimizin, öğrencilerinden. Neyin kokusunu bir yerlerden almış ki, üç aydır aramızda. Çok hızlı öğreniyor. Gönlünü terbiyeyle örtmek istediğini görüyorum. Bu huyunu devam ettirirse, ciddi işlerin altına imzasını atacağa benziyor. On bir yaşında bir çocuğun taptaze cildine yansımış güler yüzlülüğüyle –Ağabey! Beni duyuyor musun? Denizin altına dalış yapmış, nefeslenmeye çıkan dalgıç edasıyla –Evet, yani hayır. Çocuğun yüzü değişken bir şekilde beni izlemekteydi. –Duyuyorum. Sadede gelelim. Masum, yeşil gözlerinin ufak tavırlarıyla –Daha girişi yapmadık ki, sadede gelelim. Velet. İşin gücün Ali ağabeyine laf sokmak. Soruyordum, merakın göbeğimi çatlatmaya başladığı bu sıralarda –Tamam. Nedir durum? Fatih, ha şöyle ol der gibi duruş sergileyerek –Ağabey, seni Hilal abla bekliyor. Hilal mi? Sevdiği kıza serenat için gelip, ses tellerini o kadar terlettikten sonra başına buz gibi bir kova su yemiş delikanlıya dönmüştüm. Kısa süreli şok halinin ardından aklımın diplerinden gelen ses sorusunu sormaktaydı- Hilal’in burada ne işi var? İç sesim dış sesime yansımış bir şekilde -En son onunla… Lafımı bile bitiremeden elimden tutup, bizim sınıfa götürmüştü beni. Bizi Hilal’le baş başa bırakıp kapıyı çarpıp gitmişti gerzek.
Yeşil bir tişört, göz yakan kumral rengi saçları, kot pantolonu ve pembe spor ayakkabıları ile karşımda bulunmaktaydı. Hilal’den geliyordu ilk tınılar –Merhaba Ali. Nasılsın? Kelimelerle fazla işi olmayan bir adam için iyi başlamıştım –Merhaba Hilal. İyiyim, sen nasılsın? Göz bebeklerini aşağıya kaydırarak yalan bir cümleyle başlıyordu –İyiyim. Yalan sana hiç yakışmıyor güzel kız–Pek de öyle gözükmüyorsun. Soğuk bir sesle –Evet! Seninle konuşmaya geldim. İlginç, sen ve benimle konuşmak. Sessizliğimle seni dinliyorum mesajını atmıştım. Gözlerini benim gözlerime çekingen, kendine az güven harmonili bir bakışla –Biliyorsun en son bir yıl önce görüşmüştük. Başımı sallayarak onaylıyordum. –Ben, sana biraz fazla hakaret etmiştim. Unuttuğum ender anlardan biridir. –Öncelikle senden özür dilemekle başlayabilirim. Hiçbir şekilde konuşmuyordum. –Özür dilerim Ali. Seni kırmışsam beni affet. Sana karşı kibar olabilirdim ancak öfkeme yenik düşüp seni kırdım. Samimi bir özürdü. Gözlerin sızıntı yapmış gemi edasıyla yaşlarla dolmaya başlamasından anlamıştım. –Sana bugün küçük bir olay anlatmaya geldim. Son derece ciddi ve vakur bir şekilde –Vaktin, ne kadar değerli bir hediye olduğunu bilirsin. Hediyemi, boşa harcamak niyetinde değilim. Sözü dolandırmadan anlatırsan sevineceğim. Üzülmüştü ve anlamıştı. Büyük pişmanlık kırıntılarının olduğu bir sesle –Özür dilerim. Zamanını çalmak istemiyorum. Hemen anlatayım. Yaklaşık olarak bir haftadır her gün seni rüyamda görüyorum. –Hayrolsun. Heyecanlı bir şekilde devam etmekteydi –Sen, elinde neyinle bana sürekli ilahiler çalıyorsun. Ama o kadar güzel bir şekilde çalıyorsun ki, ben adeta huzurlardan oluşan çiçeklerle açıyorum. Ancak bir noktaya geldiğin zaman bu ahengi çalamıyorsun. Ritmin bozuluyor ve rüya hep bana buz gibi bakışlarınla bitiyor. İlginç, son bir haftadır beni görmesi gerçekten çok tuhaf. –Bu sebep yüzünden mi geldin? –Hayır, senden yardım talep etmeye geldim. Zamanın değiştirdiği insanlarla meşhur olduğu kulağıma vaktinde fısıldanmıştı. –Ne yardımıymış bu? Elini, saçına götürüp, avuçlarının içine alması ve gözyaşlarının damla damla akmasıyla kalakalmıştım sadece vicdanımla olan odada. Saçlarının hepsi gitmişti. O güzel kumral saçları, dökülmüştü. Daha yirmi yedisindeydi Hilal. Sadece bakıyordum. Hayatta farklı duygularımı açtığım tek kadına sadece bakmaktaydım. Acılı ses tonuyla –Senin teklifini reddedip, Ümit’in teklifini kabul etmiştim. Yedi ay kadar harika bir dönem geçirdik. Eğlendik, güldük, kahkaha attık ve daha niceleri. Ta ki ben kanser olana dek. Kanser olduğumda ikimizde ne yapacağımızı bilememiştik. Çok zorlandık. Ama Ümit beni bırakmadı. (Delikanlı çocukmuş.)Dökülen damlalarla – Ancak, saçlarım dökülene dek. Aldığım kemoterapiyle birlikte saçlarım döküldü ve bana şu cümlelerle veda etti –Seni, dış görünüşün için sevdim. Özellikle de saçların için. Ancak onlar döküldükten sonra benim için bir hiçsin. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Yüreğimden dökülen yaşlar gözlerimi tetiklemekteydi. Akan damlalar bir süre sonra kesildi.
–Ardından, tükenmiştim. İnsanın acizliğinin farkına vardığı anın içinde yanan alev gibi yanmaktaydım. Hilal devam etmekteydi acı dolu söyleşiye- Doktorlar, müzik tedavisi almamı önerdiler ancak o da işe yaramadı. Çok kursa yolladılar. Yapamadım. Gitar, piyano, kanun, klarnet hatta bateri bile. Ancak olmuyordu. Şarkı söylemeyi denedim. Bir eksiklik vardı. Günden güne erimekteydim. Bir şekerin yağmur silsilesinde kalmış halini andırıyordum. Ta ki geçen gün bizim hastaneye, senin öğrencin Fatih gelip ney çalınca kendimi daha iyi hissetmeye başlayıncaya kadar. Yarım kalmışlığımı o güzel nefes tamamlamıştı. Aklıma ilk sen geldin. Neyin, tonlarıyla bağdaşmıştın beynimin bir köşesinde. Sonra hep geldi Fatih. Çaldı, çaldı ve çaldı. Ben ise gün geçtikçe daha iyiye gitmeye başladım ve senden yardım istemeye geldim. Yumuşamış bir ses tonuyla –Ne konuda? Zor durumun içinde bir bayan sesinden geliyordu –Bana ney çalmayı öğretir misin? Hiç düşünmeden –Elbette, diyordum. Öğrenmenin yaşının olmaması, bu dünyanın bize, uzattığı lalelerden sadece bir tanesi. Hilal’in günden güne, büyümesi, neyin nefesleriyle nefeslenmesi umudumun bana göz kırpmasını hatırlatmaktaydı. İyinin manasını tekrar yaşıyordu, saniyeden dakikaya, dakikadan saate, saatten günlere, günlerden aylara, aylardan yıllara. Evet, tam iki buçuk yıldır çalışıyoruz, Hilal’le. Hastalığının bihaberlik gemisinin dümenini, döndürerek dünyayı dolaşıyordu. Işıklı İngiltere gecesinin sahibi Londra, sevginin buluştuğu Paris, tarihin oksijeniyle yaşayan Roma, tüketimin maneviyata ağır bastığı New York, eğlencenin faniliğinde kavrulmuş Rio de Janerio, çalışmanın bir öğreti olduğunu dünyaya öğreten Tokyo ve sadece iki kıtanın değil gönüllerin birbirine düğümlendiği, gözlerin aşkın boğazında boğulduğu Şehr-i İstanbul. Yıldızlı battaniyenin altında, sahneye çıkmamamıza bir dakika kalmıştı. Kulağına fısıldayarak –En güzel güfteler, besteler, notalar senin nefeslerinin içinde saklı. Göster bunu, insanlara. Gözlerinin, yaşlarla dolduğunu gören gözlerimi zor tutuyordum, sahneyi bir yağmur silsilesine çevirmemek için. Neyin, terbiyesiyle örtüyorduk. Edepsizliğin ayıplarını. Neyin, ahlakıyla çalmaktaydık, dünyanın ahlaksızlığını. Sevginin gönüllere selamıyla bestelemiştik, vefanın hikâyesini. Nankörlüğün, acizliğinden bahsetmiştik, notaların seslendirmesiyle. Sesler düetinin, ahenginde noktalamıştık. Eskisinden daha gür çıkan kumral saçlarıyla.
Bu yazıya 0 yorum yapıldı.
Hey Sen! Hadi yorum yap...
Cevap yazdığın kullanıcı: Fatih Emre