Ölüm...
İki hece, en uzun cümle...
Üzerine ciltlerce kitap yazılabilecek derinlikte...
Dünyevi hayatta son buluş, hafızalarda son kalış, zihinlerde yok oluş, belki pişmanlıklar, keşke'ler, belki iyiki'ler, hüzünler...
Bir insan hayatı son bulunca rutinler silsilesi başlar adeta. Önce inanmakta güçlük çekiyorsun ve kalbinde yer etmiş biriyse giden kalbinde yer ettiği parçasını söküp atıyorsun.
Günler geçiyor, haftalar geçiyor, aylar, yıllar...
Kabullenmeye başlıyorsun.
Şimdi pişmanlıklar zamanı!
En güzel şeyleri de yaşasan, en uç duyguları da paylaşsan daha fazlasını yapsaydım, yapsaydık, yaşasaydık diyorsun.
Yeni bir mekan keşfediyorsun. Her şey senin en sevdiğinden, her şey olanca güzel. İtiraf et ilk o geliyor aklına. Her kimse işte giden. Bir masaya oturuyorsun ve yaşıyor olsaydı orada onunla ne yapacağını, hangi planları kuracağını, belki yan masadaki kızların konuşmalarını ya da garsonun nemrutluğunu birbirinize nasıl anlatacağınızı düşünmeden edemiyorsun. Yeni çıkanlardan bir müzik dinliyorsun. Favori parçan oluyor. Sonra tam şarkının nakaratında duruyorsun, birkaç saniye geçiyor ve yanında olup bu şarkıyı birlikte dinlemeniz ihtimaline bile her şeyini verebileceğini fark etmen çok da uzun sürmüyor. Bir kitaba başlıyorsun. Karakterlerde onu buluyorsun. Bir de özdeşleştirdiğin karakter de ölüyorsa kitabın sonunda yeniden kaybetmiş gibi onu acı çekiyorsun. Daha doğrusu acına acı ekliyorsun.
Biraz daha zaman geçtiğinde aradan, biraz daha kabuk bağladığında yaran; daha az acıyor, daha az hissediyorsun. Artık her gün gelmiyor aklına, daha seyrekleşiyor. İç çekmelerin, uzaklara dalmaların, belki bir sigara yakmaların yerini hayata kaldığın yerden devam etmeler alıyor. Hayat normalleşiyor. Yine okula/işe gitmek için erken uyanmak zorunda olmana sövüyorsun. Yine haftasonu için program yapıp iki günün çabuk geçmesine üzülüyorsun. Koşuşturmaların, kalabalığın, curcunanın içinde buluveriyorsun kendini. Bir yerlere yetişmeye çalışıyorsun, gidemiyorken yoldaki trafiğe sövüyorsun bu defa içinden.
Ama bir yanın... Yalnız kalmamak için kalabalığa karıştığın yanın... Kendi sessizliğini başka çığlıklarla örtbas eden yanın... Senin en insani yanın... O yanın ne kadar normalleşse de yaşamak, kalbinin onunla birlikte toprağa gömdüğün parçasında kalıyor. Ne kadar unutsan da o yanın hep durgun oluyor. Anlam veremediğin şeyler hissettiriyor.
Öyle zordur sevdiğin birini göndermek. Öyle koyar sana üstüne toprak atarlarken.
Öyle yutkunamazsın o zaman. Dediğim gibi aylar, yıllar geçse de aradan, yine yutkunamıyorsun kimi zaman. Yutkunamayacaksın. "Geçer" diyorlar, geçmeyecek. Bir dua okuyacaksın, için rahatlayacak. Rabbine yalvarmaktan başka çaren olmayacak. Giden gidecek ama kalanlar da onunla beraber yolu yarılayacak.
Diliyorum güzel hatırlayalım hep.
Diliyorum güzel hatırlanalım bizler de.
Bu yazıya 2 yorum yapıldı.
bu sözüne uygun bir söz söylemek istiyorum.- İnsanı asıl üzen umutsuzluk ve mutsuzluğa sürükleyen şey, yaşayamadıkları değil, yaşanması mümkünken yaşayamadıkları'dır. bu yüzden Dostoyevskinin dediği gibi,''tekrar dünyaya gelseydim, saniyelerin nabzını tutardım'' insan bence, her dakikanın değerini bilmeli, yine suç ve ceza da bir sözünde, ''insan sırf korktuğu için, önünde ne fırsatlar kaçırıyor.'' sözüyle eş değer. ve şu sözün:
''Biraz daha zaman geçtiğinde aradan, biraz daha kabuk bağladığında yaran; daha az acıyor, daha az hissediyorsun.''
son olarak bunada parantez açmak istiyorum freud diyorki:
-'' İnsan yavaş yavaş inanmamayı, güvenmemeyi, sevmemeyi ve kronik şüpheci olmayı öğrenir. Bu gerçekleştiğinde artık ne yazık ki çok geçtir. İnsanların ''Tecrübe'' dediği şey budur. Kalbiyle bağlantısını kaybetmiş bir insana ''Tecrübeli'' denir.
işte böyle senin olayında. mutlu ol.
Freud güzel söylemiş fakat hissettiklerimi ancak bu şekilde ifade edebildim.
Hey Sen! Hadi yorum yap...
Cevap yazdığın kullanıcı: Fatih Emre