Aslında kendimi o kadar zor tuttum ki yazmamak için ama başaramadım. Çünkü çok merak ediyorum benim gibiniz var mı diye… Bir temizlik kovası için bu kadar mücadele eder misiniz? Ona bu kadar değeri verir misiniz diye… Hem de eskimiş, miadını doldurmuş halde size, arada sırada veda mesajları göndermesine rağmen.. Her içine suyu koyuşunuzda “içindekini yine fütursuzca yere savuracak mı?” diye düşünürken, ah’ı gitmiş vah’ı kalmış peşmurde bir kovanın peşine bu kadar düşmek yerine fırlatır geçer misiniz diye…
Merak ediyorum işte. Bu konuda hastalıklı olup olmadığımı merak ediyorum doğrusu. Estetiği olmayan bir çok şeyi fırlatır geçerim aslında hayatımda ama bu kovaya karşı zaafım var, yapamıyorum. Son üç beş yıldır atılmak için inat diremesine rağmen bir türlü banyomun başköşesinden onu alıp yenilediğim nice cici kovaları onun yerine koyamıyorum mesela. Her eşyaya değil bu zaafım. Üç beş şeye belki ama hiçbiri kova gibi basit ve alelade değiller en azından. Garip olan da bu aslında. Hiç de göz zevkine hitap etmeyen, çöpün önüne oturtulması gereken ömrünü doldurmuş -hükmünü yitirmiş bir kovayı kim bu kadar önemser, onu merak ediyorum.
Hayatınıza dair size özel birçok hatırayı saklayıp içinde yıllarca barındırdığınız bir şeyleriniz vardır mutlaka. Baktığınızda sizi geçmişinizdeki sizle buluşturan, kucaklatan iyi veya kötü anlarınızı -izlemeye doyulmayan siyah beyaz filmler gibi- izlettiren bir şeyler… Bu bir kitap olur, kalem, defter olur belki kurutulmuş bir çiçek veya üzerinize aldığınız omzunuzdaki bir şal, boynunuza doladığınız bir fular, kravat… ne bileyim size sunulmuş hediyelik bir eşya mesela. Geçmişe dair ağır yükler taşıdığı bilinmeyen ama bilindik gündelik şeyler aslında… Anadan, atadan yadigar şeylere hiç dokunmuyorum bile. Çünkü onlar en güzel anılarımız. Gözden gönülden atıp uzaklaştırmak zaten düşünülemez bence.
Benim de hayatımın tümüne sinmiş, sekiz aylık bir bölüm bu gördüğünüz kovanın içinde saklıdır. Yani şehr-i Erzincan’a ait anılar, bir temizlik kovasının her dem hatırlatmalarıyla canlı kalmıştır aslında. Geçmiş anıları saklamak için çok romantik olmadığının farkındayım. Hayatı öğrenmeye başladığım -ilk yıllarıma tanıklık eden fotoğraflar dışında- o zamanlardan kalan, ilk görev yerim Can Erzincan’a ait bir kova. Zorunlu hizmeti bitirip dönerken getirdiğim bilindik özel eşyalar yanında, bilmeden öylesine içine tıkıp tıkıştırdıklarımla peşime takıp ülkenin en doğusundan en batısına taşıdığım bir başkasına göre en anlamsız gelebilecek şeylerden biri belki de. Ama bana göre ise sonra sonra en hatır sayılır hale gelen anı defteri gibidir…Ve de daha sonraları zamanın, ben de ona yüklettiği kıymetli anlamlardan her biri…
İlk görev yerindeyim. Erzincan’da. Yıl 94’ün Eylül’ü. Daha yirmisindeyim ve aynı zamanda dört günlük çiçeği burnunda bir gelin. Bu şehir yeni gelin nasıl karşılanır , buyur edilirse öyle karşılayıp kucakladı beni de. Doğunun Paris’idir deyip gönderilen, öyle uğurlanan bu can şehre alışmaya çalışıyorum ilk zamanlar. Birbirine ekli günler içinde yakından tanıyorum Erzincan’ı hatta içinden tanımaya başlıyorum. Sonra daha da iyi anlıyorum aslında bazı şeyleri. Can’ım şehir ne derin izlerle yaralıymış meğer. Televizyondan değil de bu sefer yakından izliyorum tüm olup bitenleri. Birçok güzel insanı, anıları ve nice duyguları aniden gömmüş bu şehir, gösterişi bol, kendini beğenmiş binalar yerine, prefabrik yapılarda yerini almış acı gülümseyişiyle boy gösteriyor o zamanlar… İnsanların gözlerindeki ferin yerine gelmesi ise daha uzuuun zaman istiyor belli... Arada hâlâ süren ufak sarsıntılar ise koca korkuları yüreklere kilitlemeye devam ediyor. . Ama hayat işte… Her şeye rağmen devam da ediyor.
Yıllardır süren terör illetinin derdi de ayaklarına ve boynuna dolanmış haldeki bu şehir, sıkıntılarıyla boğuşup dimdik ayakta durma çabasını en ümitvar haliyle ortaya sermekte… Ben ise yaşadığı ve yaşıyor olduğu derdi, kederi ve kaderi ile baş etme azminde ve hırsında farklı bir şehirle tanışıyorum o zamanlar. Alışılmışın dışında, sıra dışı yani. Tıpkı rahmetli valisi (Recep Yazıcıoğlu) gibi.
Kırk küsur yıllık hayatımın sekiz aylık dönemi, hem çok kısa hem çok uzun, hem yalnız hem değil hem güzel hem zor hem vedalı hem de kavuşması bol olan en hatır bilindik en kıymetli, hayatı tanıma günlerimdir benim. Biliyorum hepsi geçmişte kaldı. Yaşandı ama bitmedi. Yaşanmışlıklar acısı tatlısıyla en ağdalı hatıralar da saklıdır. Hatıralar ise hayatınıza sinen her yerde her zaman karşınıza çıkabilecek yerlerde. Ya da hatır sayılır içine yüklediğiniz şeylerde.
O günlere ait bazı şeyleri yüreğime doldurmuş bindirmişsem, yüklemiş içime sindirmişsem, bıraktığı izi de kazımışsam eğer o şey, “ahiretlik” misali değer alıyor bende. Bu içine yaşanmışlıklarımı bıraktığım bir temizlik kovası bile olsa… Onu, ne atmaya elim varıyor ne gözden çıkarmaya… Yanımda yöremde, gözümün önünde olmalı ki bana hatırlattığı anılar, yıllara inat hafızamda capcanlı- dipdiri kalabilsin diye. Kaldı da..
O zamanlar apartmanın önüne kurulmuş pazarı, didik didik etmiş de kovanın bir türlü pembesini bulamamış olmanın derdiyle yanmıştım uzunca bir süre.. Satıcı amca “ Al geç kızım. Televizyon dolabına mı koyacaksın sen bunu? “ demesiyle gülümseyip aldığım o zamanlarda; yıllar sonra bu kovanın, televizyon dolabına konulan gümüşlerin sergilendiği vitrinlik eşyalardan bile kıymetli olabileceğini nerden bilebilirdim?
Biten günle birlikte yeni günü karşılayıp sırası şaşmadan o zamanları yaşarken ben, bir taraftan da iz bırakan anıları, özenle paketleyip saklamışım aslında. Bir kısmını gönlüme sığdırmışım bir kısmını beynimdeki mahzenlere… Taşan ulu orta kalanları da bu temizlik kovasının içine… Yıllardır banyomun en vazgeçilmezidir kendileri. Kaçıncı kezdir içindeki suyu fütursuzca etrafa saçışı, bilmiyorum. Belki de anıları taşımaktan yoruldu. Onları fırlattı içinden de ben anlamak istemedim. İstemiyorum da…
Yanımda olmalı en derbeder haliyle bile. Onca yılın, birçok şeyi silip süpürmesine rağmen her dem bakıştığımızda beni alıp Erzincan’a götürmesindendir, hatırlatmalarındandır anılarımın dipdiri ve canlı kalması. Karşıdan işe yaramaz, peşmurde bir kova gibi görünse de aslında hayatımda siyah beyaz ne çok filme şahitlik yapmıştır. Sessiz ve öylece…
Erzincan’ın havasını, karını, soğuğunu, baharını, bakırını, yatırını (Terzi Baba) anmayı; valisini, depremini, Cimin’deki ilk öğretmenliğimi, işlediğim o derslerimi- öğrencilerimi yad etmeyi; ilk komşularımı, maaşımın yarısını kiraya verdiğim apartmanı, yalnız kalışlarımı, korkularımı (terör), iki oda bir salon olan ama sadece bir odasıyla içli dışlı olduğum yıpranmış duvar kağıtlı dairemi, özlemlerimi daha nice ilklerimi hep hatırda tutmayı sağlamıştır bu kova. Düşünüyorum ve diyorum ki: “Her bakıştığımızda muzaffer duruşuyla bunca şeyi hatırlatırken bana hiç hasis davranmayan, artık sapı kopmuş, yükümü çekmiş, benim olmuş, bana göre eskimemiş ama eskiden kalmış bu şeyi nasıl bir anda hayatımın kenarına usulca koyabilirim ki ?” …
Düşünüyorum ve var mıdır koyabilen merak ediyorum doğrusu.
Asıl koyulursa da nasıl konulur bir de onu merak ediyorum…
Bu yazıya 0 yorum yapıldı.
Hey Sen! Hadi yorum yap...
Cevap yazdığın kullanıcı: Fatih Emre