Ölüm

Her nefes alana yaşıyor diyebilir miyiz? Ya da her bakana görebiliyor? Ruhu ölmez mi bir insanın? Ya da her baktığımız gün görünüyor mu bize? Hiç karanlıklar içinde kalmaz mıyız? Yoksa karanlıklardan kastımız alabildiğince kara olan toprak mıdır sadece?

Aslında emanet ettiklerimiz kaybettiklerimizdir ve aslında emanet edilen kaybedile, bitmek bilmeyen bir yitirilmişlikten de öte değildir. Hayat gerçektir. Bizler ise hayatın gerçeğini değil, gerçeğin hayatını yaşayan… Yaşamak sizce nefes almak olduğuna göre evet gerçeğin hayatını yaşıyorsunuz, yaşıyoruz. Buna göre ben de sizden birisiyim siz de benden ikisi. Açıklamak gerekirse bir ben varım, bir de sizli ben varım. Yani ben, beni kaybettiğim an siz oluyorum ve siz olmak başlı başına bir hiç olmaktan ibarettir.

Kaybettik, kaybedilen demiştim önceki satırlarımda. Peki ya kişi kaybettiğini ne zaman anlar ki? Anlaması için görmeli mi, yoksa görmesi için bakması mı? İçinde bir şeyler olmaz mı ondan geriye kalan? Kalanları toplayınca yokluğunu eline alan…

Ölüm müdür bu anlattıklarım? Yoksa birkaç mevlit, ardından yenilen yemekli bir hüzün töreni mi? Ölen kişi için başlangıç mı, yoksa teslimiyet mi? Birçok insan, birçok benli siz, sizsiz ben bu konuda konuşurken hep tövbe de diyerek korku dolu gözlerden yansıtırız çaresizliği. Çaresizliği diyorum, çünkü ölüm en baharın ortasında kalan en soğuk bir rüzgar gibidir. Zamana bırakılır geçip gitmesi için. Her kim başlattıysa bu düşünceyi sonunu getiriyorum artık. Sonun sonumun, sonumuz olmasına asla izin vermem çünkü. Zamana bıraktıkça her şeyi, zaman bırakıyor toprağa bizden birlerini…

Eğer ölümden biraz bahsedecek olursak akla ilk gelen soğuk, buz gibi bedeni ısıtmaya çalışan, ona tüm yağmurlara rağmen ısrarla kaymadan sarılan toprak gelir. Beyaz mermer, isim yazılı taştan taçlar…

‘Kim ağlar bu halimize?’ değil, ‘Kim anlar bu halimizi?’ diye sormak gerekir eğer en doğru soruyu ararsak. Aramayan bizler kimsesiz kimselerden ibarettir aslında. Ölüm en çok onlara yakışır ısrarla. İşin gerçeği ise beyazın büyülü güzelliğidir. İnsanlığın en temiz halidir, saftır. Saflığın getirdiği hemen bir soru daha ‘Hangi son temiz, hangi korkular olmazdı ki isimsiz?’

İkinin, üçün, beşin arasına o değil midir giren? Kaç metreye hapsolur sevilen, yitirildiğinde sevildiğinin farkına varılan? Doğanın kanunuymuş bu. Hangi kanun bir çocuğu annesinin ayakları altına yatırır ki onun gittiği cennete girebilmek için? Hangi kanun annesiz, babasız bayram sunar altın tepsisinde, çocuğa? Bir inanıştır ki yıllar yılı devam edip gidiyor herkesin bir gün mutlaka öleceği düşüncesi.

Vakit değerli diyoruz hepimiz. Sevdiklerimizi alıp götürene değer vermek en büyük tutkumuz olsa gerek. Bundan vazgeçmeyi bildiğimiz an geçiriyorlar önümüzden bir tabutun içerisinde. Yeniden yeni ölümler geliyor daha sonra bize. Günlerce, aylarca hatta senelerce unutulmak, unutmak düşüyor üzerimize ve bu düşeni kaldırmak tıpkı ‘kendi düşen ağlamaz’ sözü gibi oluyor bu zamanlarda. Kaç mevsim geçer, daha kaçıncı kez yaşına girer, yaşımıza gireriz inanın hiçbir fikrim yok. Olan varsa söylesin. Ya söylesin ya da susmasın artık. Sustuklarımız kadar susturuluyoruz bu konuda.

Unutmayın ölüm tek bir an ve her an sevdiklerinizle, sevdiklerimizledir…