Yıl: 2006
Yer: Hakkâri
Acemisi olduğu coğrafyanın tek ulaşım aracı olan otobüse binmiş, tedirginliği her halinden belli oluyordu. Gökyüzünü görebilmek için camdan bakmak yetmiyordu. Kafasını yukarı kaldırdı ve zor bela gördü engin maviliği. Her tarafı sarp kayalıklarla çevrilmişti. Uzun ince bir yoldu Âşık Veysel’in dediği gibi. Muavin ineceği yeri sorduğunda hatırladı, nereye nasıl gideceğini bilmediğini. Belli etmemeye çalıştı ve otogarda inmek istediğini söyledi. Muavin güldü. Hakkâri’de otogar yoktu.
Dörtnala koşan Atatürk heykelinin önünde bütün yolcularla birlikte attı kendini dışarı. Liseden bu yana yanından ayırmadığı sırt çantasını yere koydu. Etrafına baktı. Korna sesiyle irkildi. Çantasını sırtladı. Kaldırımdan gitmelisin diye söylendi kendine. Baktı. Şehirde doğru düzgün kaldırım bile yoktu. Güneş tepeye çıkmış bütün bahtını kavuruyordu sanki. Gözüne kestirdiği birisine Emniyet Müdürlüğünü sordu. Adam basitçe tarif etti;
“Nerden gidersen git zaten önünden geçiyor bu yol, geldiği gibi geri gidiyor.” Dedi.
Sövdü…
Emniyeti bulduğunda çantadan evrakları çıkarttı. Personel büroya vardı. Kapıdan içeri girdi. Umursamaz bir ses evrakları bırakıp akşam işe gelmesini söyledi. Şaşırdı. Bilmediği bir yer ve yirmi yedi saatlik otobüs yolculuğu. Yorulmuştu. Polisevini sordu. Aldığı cevaptan sonra burada adres tarif etmenin ne kadar kolay olduğunu düşündü. Güldü.
İki gün sonra rahat bir yatak bulmuştu sonunda. Devrildi yattı. Rüya bile görmedi yorgunluktan. Kurduğu çalar saatin sesine irkilerek kalktı. Giyindi, traş oldu. Kapıyı çekip çıktı.
Helikopter sesi ne tuhaf geliyordu. Nasıl uçuyor bu icat diye düşündü. Umursamadı. Ne yani ilk günden dağa mı götüreceklerdi? Emniyet bahçesine vardığında küçük bir kalabalık karşıladı onu. Kendisi gibi bugün gelenler toplanmıştı. Tosunca bir ağabey isimleri avaz avaz okuyordu. Kendi ismini duydu.
-Metehan!!!
-Burada!!!
-Aslanım senin atışın nasıl?
-Avcıyız biz avcı!
-Cemil, sana müşteri çıktı hayırlı olsun.
Bu cevap yetmişti. Eline tutuşturulan G3, hücum yeleği, ve çelik başlığa şaşkınlıkla baktı. Bir yanlışlık olmalıydı. Tosun yeniden bağırmaya başladı.
-Bu akşam Sümbüle gideceğiz. Çukurca yolunda pusu oldu. Özel harekâtçılar ve jandarma çatışıyor. Bizde dış çemberi tutacağız hazırlıklı olun. Arka bahçede helikopter bizi bekliyor tek sıra devam edin. Ölmeyin.
Ölmeyin? Yanında keskin nişancı tüfeği olan sıska kısa adama baktı. Ne diyor bu tosun diye soracaktı ki Cemil ondan önce cevap verdi.
-Bir şey olursa tüfeği sen al genç…
Bütün ihaleler Metehan’a kalıyordu bugün. Babasının yivli, dürbünlü av tüfeği ile çok haşır neşir olmuştu memlekette. Başıyla onayladı sakince. İçinde fırtınalar kopuyordu.
Tek sıra yürümeye başladılar. Cemilin ardı sıra gidiyordu. Adımlarını bile Cemile uyduruyordu. Güçlü tiz bir sesle yavaş yavaş çalışmaya başlayan Sikorsky’ye yaklaşıyorlardı. En son bindi. Sürgülü kapıyı teknisyen çekip kapattı. Tam karşısına oturdu. Cama baktı çatlaktı. Eliyle yokladı. Cam bile değildi. Teknisyen güldü.
-Geçen hafta çaprazda kaldık o zaman kırıldı. Parça gelmeyince çevik kuvvetin kalkanını kesip taktık. Merak etme bir şey olmaz. Dedi.
Şansa bak dedi Metehan. Plastik Sikorsky bize denk geldi.
Paller çoktan hızlanmış, pilot havalanmaya başlamıştı. Götü koltuğa çakıldı. Sövdü sövdü sövdü…
Sümbül dağının yamacına indiklerinde savaştan çok piknik havası vardı toplama timde. Cemil çay demleyeceğini söyledi. Metehan toparlak adamı çok merak ediyordu. Cemile kim olduğunu sordu. İsminin Kadir olduğunu, yedi yıldır Hakkâri’de olduğunu, hafiften de kafayı yediğini öğrendi. Biraz sevindi bu duruma, zira delilik burada güvenilebilecek tek şeydi.
Kadir dayı söyleniyordu. Haklıydı bir avuç yeni yetmeyle dağın başında kalmıştı ve hepsi ona emanetti. Dua peşine dua ediyor, silahına bir delinin gömleğine duyduğu çaresizlikle sarılıyordu. Belli etmiyordu ama korkuyordu.
Sabah oldu. Jandarma ve Polis Özel Harekât timleri operasyonlarını bitirmiş geri dönüyordu. Kadir dayı hayıflanarak timini topladı ve müthiş haberi verdi Sikorsky gelmeyecekti. Bu resmen dağlık alanda 15 kilometre yürüyüş demekti. Ah yine papazı çekmişti. Şimdi bir de yalnız başına yokuş aşağı yürüyecekti. İçi yanıyordu adeta. Sabah güneşi affetmiyor toz ve toprakla giriştiği kirli işbirliği neticesinde daha da çekilmez yapıyordu bu uzun, salak yürüyüşü.
Kadir dayı nasıl başarıyordu o kadar hızlı, paytak ve narin yürümeyi. Adeta toprağın üstünde süzülüyordu. Ayakları karınca kadar ezmiyordu yer küreyi. Susuzluk başına vurmuştu. Sıcak ve toz serap görmeye zorluyordu Metehan’ı. Cemil anladı sendelemesinden düşeceğini, matarası elinde, silahı sırtında koşar adım geldi arkasından ve uzattı iki yudum kalan son suyunu. İçti, içti, içti. Bitti. Cemil şaşkın bakıyordu. İyilik yapıp kötülük bulmuş gibi.
Biraz düzeldi Metehan. En azından yürüyüşü düzelmişti. Fazla da kalmamıştı. Sadece on kilometre daha vardı.
Bu yazıya 0 yorum yapıldı.
Hey Sen! Hadi yorum yap...
Cevap yazdığın kullanıcı: Fatih Emre