Yolu kardan kapanmayan bir köy okulunda çalışacaktı Meryem. Onu okula götürüp göreve başlattığımda anlatmışlardı: Öğretmenlerin tamamı ilçede kalıyor, servisle sabah gelip, akşam gidiyorlarmış.
Köyde market olmasın, pastane, hastane, postane olmasın. Fırın olmasın, kuru temizlemeci de. Kestane satılmasın, çerezci bayat çerezler satsın, havaalanına giden uçak şirketlerinin servislerini görüp tatil hayali kurmasınlar, yer de ayırtamasınlar köydeyken.
Ve gözlerim kontrolünü kaybeder, yaşadıklarımı görmeye başlar iradem dışında: Sevk alıp derslere girmezlik etme, sabah akşam derse gir. Yapacak başka ne var ki. Çarşı yok, pazar yok. Tiyatro, sinema yok, kafe, bar, caddelerde voltalar… Cumartesi, pazar günleri de derslere gir. Kimi zaman, ütüsüz kirli pantolonla, kimi zaman deri ceketli, kravatsız… Hiç kimseye hesap verme. Kar kapatsın yolları, üç ayda bir git şehre. Canın börek istediğinde küflü ekmeğin küfünü silip yediğinde, istifa etmek hiç mi hiç aklına gelmesin. Köylülere ‘ne zaman yollar açılır’ diye bir iç yalvarışla sorular sorduğunda, köylüler yalvarışını hissetmesin. ‘Boş ver hoca, tütünümüz çok, çayımız şekerimiz var.’ deyiversinler. Senin frekanslarına giremediklerini de hissetmesinler. Bir gün bir müfettiş gelsin okuluna, onu öp, kokla, sarıl, kucakla ve sonra sonra çok çok sonra kendine gel ve hoş geldin deyiver. O, ne derse desin, sen onun seni anlayabilecek biri olduğuna sevin, tutuver birkaç gün yanında kalıversin. O da sana anlatıversin anılarını. Yapayalnız, köyden uzak buz gibi soğuk lojmanda her gece sabahı bekle. Hiçbir gündüz, geceyi sabırsızlıkla beklemenin ne olduğunu öğreneme. Ne garip. Bari bir kedim olsun de, kedin hırsız çıksın. Yine de soranlara ‘kediyi fareler için aldım’ deyiver de yalnızlığını çaresizlik olarak gösterme. Sekiz otuz da başlaması gereken ilk derse her gün saat yedide başla. Soranlara ders zaten yedide başlar de de, sabaha ve de gündüze olan hasretliğin belli olmasın. Yarıyıl tatiline giderken, köy yolunda ayakların donsun, dizlerin üzerinde yürü, delinsin pantolonun diz yerinden, çocukluğunu hatırlayıp geçmişi yâd et. Pantolonunun dizlerine yapılan yamaları ve sana alınan yeni pantolonunu giyip arkadaşlarına göstermeye giderken, seni tanımayan köpeğinizin havlamasıyla korkudan altını ıslatıp, süklüm püklüm hayal kırıklığıyla eve dönüp anne kucağında ağladığını… Şimdi varlıkta çaresizliği yaşa biraz. Donmaktan zar zor kurtulmuş olmanın sevinciyle varılan asfalttan geçen arabaların Muş’a mı Bingöl’e mi gittiği hiç önemli olmasın.. Barınak olsun. Donmaktan kurtulmuş olduğuna inanmak için mutlaka bir yerlere sığın.” Vardığın yerin neresi olduğunun önemli olmadığını bilerek, açlıktan guruldayan midene yiyecek vererek, migrenini dindirmek için lokanta ara. Yemeklerin en beğenilmezi, nöbetçi lokantada saat gecenin ikisinde, tencere diplerinden tabaklarımıza konduğunda, üç kişiye iki tabakta gelsin. Üçüncü tabağa paramız yetmesin. Olsun bir ‘kaşık daha getirin’ diyebil.
1988 yılı ve sonrası dağ karmaşası yıllarım, dağlarda öğretmenlikti. Öğretmenlikle birlikte imamlık, hemşirelik ve doktorluk oynadığım da çok oldu. Tacir de oldum, bekçi de oldum gününde. Çevrenin gözünde kahraman olduğum da oldu, pisipisine öldüğüm de. Kaçarken katillerim; kazma, kürek ve tırpanlarla kovulan da bendim. Patlayan piknik tüpümün parçaları köy evlerinin damlarına düşerken, köyü bombalayan bendim uçaksız. Ormanda kaçak kesim yapanları, sabahlarla kadar ağaç kovuklarında ve mağaralarda korkudan tir tir titreten de bendim.
Bahar sıcağıyla uyanıp uyku sersemliğiyle evime dalan, yürüyen taş parçasının kaplumbağa olduğunu bilmeyip ödü patlayan, evini bırakıp kaçan bendim.
Günün üç saatini hiç durmadan iki köy arasında koşan her gördüğüne selam veren de bendim. Günahtı futbol oynamak hem oynayacak yer de yoktu. Dağdı. Dağlar taştı, kayaydı. Düzlükler tarlaydı, bahçeydi, bostandı. Bir kır gezisinde, dağ başında köyden uzakta, taşlı ancak düz bir alanı keşfederken, delirmişçesine sevinç çığlıkları atan ve “öğretmen delirdi” diye endişelenen öğrencileri olan bendim. Gençlere taşları toplatıp nizami bir futbol sahası yapan… Beni aforoz etmek isteyen imamın, muhtarın ve koyun tüccarının zamanla ortama ayak uydurarak futbol oynamalarını sağlayan bendim. Hatta onları, gâvur dedikleri ünlü futbolcuların adlarıyla sahaya çıkaran da bendim. Aşiret kavgalıların birlikte mücadele ederken kardeşçe yardımlaştıklarına ispat getiren de.
Soğuk bir kış gecesinde, okuldan köye yürürken köpek sürüsünün saldırısına uğrarken kavak ağaçlarının tepesine tırmanıp donma tehlikesi geçiren bendim. Hiç yolları o tarafa düşmemesine rağmen, o gece oradan geçenlerin, kavakların dibinde yatan köpekleri kovmalarından, kendilerine bir can borcu olan da benim. İzin vermesem de, hınzırın biri tarafından arada bir kendisine ‘ağaçlara zemheri ayında gece yarısı neden tırmanılır.’ diye hatırlatılan benim.
Bin bir zahmetle eve ulaştırabildiğim elma ve portakallardan her gece bir dilim yiyen bendim. Gece oturmaya gelenlere en fazla yarım elma ikram etmekten çekinmeyen de ben, böyle olması gerektiğine inanan da.
Muş’a her gittiğimde bütün gazetelerden birer adet alıp, o gazeteleri, reklamlarından mahkeme ilamlarına kadar okuyan… Yetmediğinden olacak ki, Hayat Ansiklopedisi’nin yedi cildini roman okur gibi okuyup bitiren… Yalnızlığın kitapla bozulduğunu anlayan… Şiirlerin yalnızlıkta kök saldığını, özlemle büyüdüğünü, kavuşmayla yaşlandığını yaşayan… Yazmanın insanı kuş gibi hafiflettiğini öğrenince yazmaya daha çok zaman ayıran, öğrencilerine okumayı sevdiren… Mezun olan öğrencilerinin ardından okullarına kitap göndererek ideallerine ulaşmayı hedefleyen… Öğrencilerinden şimdi doktor olan Veysel’e ulaştıramadığı kitabı hala saklayan…
İkinci desteydim. Kapı çalındı. Açtım. Çantalı kravatlı bir adam: ‘Ben ilköğretim Müfettişi Mehmet KAHRAMAN. Sevinmiştim oturup konuşacağım bir adam buldum diye. Ders bitiminde lojmana çay içmeye gittik. Çay içerken artık sohbetimiz de koyulaşmıştı. Çıktığı teftişte, sıradaki dört köyde de öğretmen bulamayınca, benim köyüme kadar gelmişti. Bu adam burada kalmalı, diye düşündüm. Müfettişin atını açıp iki de sopa salladın mı, müfettiş belki de bahara kadar burada.
‑Aziz Aziiiz!! gel, bak, sizin bahçe çitine bir at bağlanmış. Atın yularını aç, iyice bir de sopa salla, nereye giderse gitsin.
Van 2008 Halit ALDEMİR
Bu yazıya 0 yorum yapıldı.
Hey Sen! Hadi yorum yap...
Cevap yazdığın kullanıcı: Fatih Emre