Tam tamına iki saat kaldı. Bana ayrılan son bir odadayım. Ellerim üşüyor, bedenim titriyor. Her bir duygumu, hissimi yoksunluk sarmış; hareket edemiyorum. Küçük bir pencere var. Pencerenin dıştaki tarafı demirli. Hava hafiften aydınlanıyor. Güneşi görmek istiyorum lakin gözlerim kapanmış. Bir şeylere dokunmak istiyorum. Bir şeylerin benim varlığımı bilmesini istiyorum. Bir tek dokunacak demirler var. Tutuyorum sıkı sıkı. Oldukça soğuk. Sanki kan kurumuş üstlerinde. Ürpertiyor içimi. Geri çekiliyorum. Yere çöküyorum. Başım ellerimin arasında; çaresizim.
Birisi yaklaşıyor. Adım seslerini işitiyorum. Oldukça korkunç bu adım sesleri. Bir gardiyan, demirlerin diğer tarafında. Yüzü gülüyor. “İyi misin?” Cevap vermiyorum. Ben cevap vermedikçe yüzünün ifadesi değişiyor. Copla vuruyor demirlere. Ses yankılanıyor, korkuyorum. “Bana cevap vereceksin ulan!” diyerek daha hızlı vuruyor demirlere. Bir an korkudan bağırıyorum. Ağlamıyorum fakat ağlamaklı bir ses çıkıyor bedenimden. “Vurma, ne olur vurma!” Farklı bir adım sesleri daha duyuyorum. Hızlı hızlı geliyor olmalı ki adım sesleri iyice hızlanıyor. “Ne yapıyorsun Veli? Ayıp değil mi?” Sert gardiyan bir bana, bir ona bakıyor. “Ne yaparsanız yapın be!” diyerek ayrılıyor yanımızdan. Eğiliyor gardiyan bana, demirlerin arkasından. “İyi misin kardeşim?” Cevap veremiyorum. Dudaklarım titriyor. “Kurban olduğum! Dur ben sana çay getireyim, için ısınsın.” Adımlarının sesini duyuyorum. Gittikçe azalıyor sesin şiddeti. Bir kaç dakika sonra adımlarının seslerinin şiddeti yavaşça geliyor kulaklarıma. Yavaş yavaş geldiğine göre bana bir şey getiriyor olmalı. Demirlerin önüne geldiğinde etrafı kolaçan ediyor. Başını bir sağa bir sola çeviriyor, hayıflanarak: “Ah Allah’ım, beni affet.” Bana dönüyor. “Kardeşim kapıyı açmak istiyorum ama herkes ayakta. Kusuruma bakma ne olur.” Demirlerin arasından buharı tüten çayı bana uzatıyor. Hiç bir şekilde hareket etmiyorum. Oturuyor yere. “Gel kardeşim, yaklaş bana, beraber çay içelim.” diyor. Demirlerin arkasında yere oturuyorum, çekinerek çay bardağını elime sarıyorum. Elini bana uzatıyor. Kendimi geri çekiyorum. “Korkma kardeşim, yaklaş.” diyor, çekine çekine yaklaşıyorum yanına. Gözleriyle bedenimi süzüyor. Kaçamak kaçamak bakıyorum ona. “Bir şey ister misin kardeşim?” diyor devamlı. Sesim oldukça kısık: “Bana bir sigara verir misiniz?” diyorum. Hayıflanarak uzatıyor sigarayı. “Kendini zehirleme be kardeşim.” diyerek bir tane de kendi yakıyor. Dumanı içine iyice çekiyor, gözlerimin içine bakıyor. “Neden sigara içiyorsun, bağımlı mısın?” “Hayır, sadece gözlerimi bir an önce kapatmak istiyorum.” “Az kaldı kardeşim.” İlk defa gözlerinin içine keskince bakıyorum. “Belki bir mucize olur, biri öldürmek zorunda kalmaz bu lanet bedeni.” diyorum. Bir kaç dakika sesi kısılıyor. Hareketleri yavaşlıyor. Mahcup bir şekilde: “Beni affet kardeşim! Sehpayı ben itmek zorundayım.” Elimi ona uzatıyorum. Yüzüm gülümsüyor. “Merak etme, beni sen kurtaracaksın.” diyorum yüreğine biraz su serperek. “Neden buradasın?” diyor bana sorgularca. “Çok güvendim, çok sevdim, hem de hiç birini ayrıt etmeden. Oysaki onlar yani insanların midesini bulandırmışım. Onlardan özür dilerim.” Eli elimle kavuşuyor. Yüzü gülümsüyor, utanıyorum. Belki de ilk defa biri bana bakınca yüzü gülümsüyor. O anda çay bardağı ters çevriliyor. Sıcak sular yere değmesin diye ayaklarımı dökülecek tarafa koyuyorum can havliyle. Ayaklarımda garip bir şey hissediyorum. Gardiyanın yüzü burkularak bana bakıyor. “Neden yaktın ayaklarını, dökülseydi keşke yere.” diyor. “Dünyaya zarar vereceğime ayağımdan olurum.” diyorum içimden. O anda sert bir ses sesleniyor gardiyana: “Buraya gel!” Hızlıca yerden kalkıp gidiyor yanımdan. Yalnızlığıma sarılıp bir köşeye oturuyorum.
On dakika kaldı. Yavaş yavaş bir sürü üniformalı kişiler bana yaklaşıyor. Hepsinin gözleri üzerimde. Kapıyı açıyorlar. Bileklerime kelepçe takıyorlar. Yanımda, arkamda, önümde birçok adamla yürüyorum. Biri yaklaşıyor. “Abdest almak istiyor musun?” Cevap vermiyorum. Dudaklarım oynamıyor. Arkadan birileri vuruyor belime; sertçe. Ağır ağır adımlar atıyorum. Aydınlığa çıkıyoruz. İnsanlar ayakta beni izliyor. Yanlarından geçtiğim bir kaç kadın: “Ne kadar da pis kokuyor!” diyerek tepki gösteriyorlar. “Ölü bir adam nasıl kokabilir ki?” diyemiyorum. On adım kalıyor. Yavaş yavaş basıyorum yere; bir daha hiç basamayacak gibi!
Boynuma doluyorlar eski püskü yağlı bir urganı. Bekliyorum, celladın ayağımla bastığım son şey olan tabureye bir tekme atmasını. Hareket etmiyor. Sanki gözlerim büyüledi onu. Sanki acıdı bana, Orhan’a. İdamı izleyenler arasında eli kanlı kadında var. Her zamanki gibi gülüyor; neşeli neşeli. O kadar kişinin arasında en umutlusu da o. Yarını, benim olmayacağım yarını iple çekiyor, besbelli. Gözlerim babama yöneliyor. “Ne yaptın oğlum, bu hale gelmeni nasıl engelleyemedim?” Diyor dudaklarının ucuyla. Annemi görüyorum. Ağlıyor gibi sanki. Gözlerim pek görmüyor uzağı. Hakim amca körelti biraz. “Seni buraya, gördüklerin getirdi, biraz körel!” dedi ağır ses tonuyla. “Ağlama anne!” diyorum içimden bağırarak. Kardeşimi görüyorum sonra. Kolları düşmüş, gözleri mosmor, hareketsiz, sanki nefes almıyor gibi. “Ağlama” diyorum sessizce. “Kurtuluyorum işte, kurtuluyorlar işte. Sevin kardeşim, sevin, ne olur!” Çaresiz çaresiz izliyorum hepsini. Uzaktan görünen insanlar davul zurna eşliğinde oynuyorlar. “Vay be, vay!” diyorum kendi kendime.
Dakikalar geçti fakat tabureye hala basıyorum. Gardiyan gücünü toplamaya çalışıyor. Kendine sessiz sessiz bir şeyler söylüyor. Ona bırakmadan ayaklarımla itiyorum tabureyi.
Merhaba, kurtuluş, merhaba! İyi ki geldin! Sonunda kavuştuk!
Bu yazıya 1 yorum yapıldı.
Hey Sen! Hadi yorum yap...
Cevap yazdığın kullanıcı: Fatih Emre